Yazar Adı : | İlim Dalı : Tarih |
Konusu : | Dili : Türkçe |
Özelliği : | Makale Türü : Müstakil |
Ekleyen : Nurgül Çepni/2009-07-12 | Güncelleyen : /0000-00-00 |
Anadolu’da Türk Birliği Ve Tarikatlar
Hacı Bayram'ın,
Nagehan bir sara vardım
Ol sarı yapılır buldum
Ben dahi yapılır oldum
Taş ü toprağ arasında
kıtası herhalde Anadolu'ya gelen dağınık Türkmen gruplarının bir millet kurmalarını en veciz şekilde ifade ediyor. Hacı Bayram bu sözlerle manevî bir binanın yapılışını anlatmak istiyordu; millet de zaten maddî bir varlığa mana veren bir manevî bağlantı sisteminin adı değil midir? Hacı Bayram, Hacı Bektaş, Yunus ve Mevlâna bu binanın temel taşları oldular. Bizim geçirdiğimiz bunca zelzelenin onda biri bile bir memleketi dünya yüzünden silmeye yeterken bu binanın hala ayakta durması kolay izah edilecek bir hâdise değildir. Bu adamlar nereden geldiler, nasıl yetiştiler, kimleri yetiştirdiler, onları bir vatan ve millet kurucusu haline getiren kuvvet ne idi? Hacı Bayram Osmanoğullarının ilk devirlerinde yaşamıştır. Elimizdeki yarı objektif, yarı efsanevî kaynaklar da Yunus ve Hacı Bektaş'ı Mevlâna ile çağdaş gösterdiğine göre, demek oluyor ki Anadolu'da bizim en eski evliyamız Mevlâna'dır. Şair, âlim, mutasavvıf Mevlâna'nın bu üç cephesiyle ilgili araştırmalar edebiyat tarihçilerini, fikir tarihçilerini ve biyografi yazarlarını ilgilendiriyor. Ben burada bir sosyal ilimci olarak tarikatların ve bu arada mevlevîliğin Türk cemiyetindeki rolü ile ilgili bazı yanlış yorumları düzeltmek istiyorum.
Bazı batılı fikir adamları ve onları kopye eden batıcı Türk aydınları tasavvuf hareketinindışdünyadan birric'at(retreatism) hareketi olduğunu iddia ederler. Onlara göre Anadolu'da, hatta bütün İslâm dünyasında tasavvuf siyasî ve iktisadî çöküntü ile birlikte gelişmiştir.Bu yüzden yakın zamana kadar Türkiye'deki devrimci ve solcu aydınlar tasavvufun bir acizlik ve miskinlik felsefesi olduğunu iddia ediyorlardı. Yabancı ülkelerde bilhassa Mevlâna ve Yunus'a karşı gösterilen ilgi üzerineonlarda birdenbireYunus ve Mevlânahayranıoldular,fakatbukonuyu henüzMarksist şemaiçineoturtmayı başaramadılar. Yunus ve Mevlâna şimdilik bir taraftan yabancılara hoş görünme, bir taraftan Sünnîliğe ve genellikle Müslümanlığa hücum etme vasıtası olarak kullanılıyor. Freudcu bir psikolog bu büyük mutasavvıfları seven solcuların veya devrimcilerin suçluluk kompleksi içinde kıvrandıklarını söylerdi, çünkü bu adamlar İslâm medeniyetinin herşeyine düşman olmaktan dolayı duydukları gizli vicdan azabını kendilerine büyük suç ortakları —onlara göre Mevlâna ve diğerlerinin en önemli tarafı her türlü sapıklığa müsamaha göstermeleridir— bulmak suretiyle telâfi ediyorlar, derdi. Ne kolay bir teselli yolu. Bilmiyorlar ki Mevlâna olmak için Önce Müslüman olmak lâzımdır. Dinin ibadetlerine ve hattâ iman esaslarına karşı pek laubali sandığımız Bektaşîlikte bile şeri'at esastır, şeriatsiz tarikat olmaz.
İnsanındış dünya ile ilgilihırs veheveslerden vazgeçip kendi içine yönelmesi, yani Mevlâna'nın tabiriyle küçük cihadı bırakıp büyük cihada yönelmesi, miskinlikle izah edilecek bir iş değildir. Eğer yoksulluk, ıztırap ve çöken bir medeniyet böyle bir «kaçışla yol açıyorsa,dev adımlarla ilerleyen teknolojinin ve süratle değişen bir sosyal yapının bu türlü hareketlere katiyen imkân vermemesi gerekirdi. O takdirde Batı'nın en ileri cemiyetlerindeinsanın içhayatında yeni unsurlar bulmak veya bu hayatı herhangi bir şekilde zenginleştirmeküzereyapılanhareketleri, bütün Batı'yı saran «bunalma» modasını nasıl izah edeceğiz? Kaldı ki,dış âlemin verdiğidevamlı tatminsizlikler insanları pekâlâ aktif reaksiyona dasevkedebilmektedir. Baba îshak hareketi de, Mevlevîlik gibi, Selçukluların çöküntü devrine rastlar, ama bunlardan birincisi devleti kuvvetle sarsan bir silâhlı hareket halinde gelişirken ikincisi devletin yanında yer almış, yahut her ikisinin de dışında kalmıştır. Bu ve daha birçok örnekler bize açıkça gösteriyor ki, Anadolu'daki Türk cemiyetininteşekkülünderastladığımız hâdiseler basit izah şemalarına sokulamaz.
Bizim en büyük evliyalarımız ve dolayısiyle en büyük tarikatlarımız hep Selçuklu devrinden kalmadır. Osmanlı devrinde büyük tarikat kurucularının ortaya çıkmayışı Osmanlı medeniyetinin kısırlığım değil, fakat Türk milletinin teşekkülü ve Osmanlıların dayanağı temel bakımından pek önemli bir hakikati gözönüne seriyor. Bizim şimdi anlatmak istediğimiz asıl mesele de budur.
Anadolu'nun fetih ve iskân edildiği tarihlerden Bursa fethine kadar geçen zaman, dağınık Türk unsurlarının bir millet birliğine kavuşturulma hazırlıklarıyla geçmiştir. Bugün batılıların millet tarifine tam uymayan bu birlik hareketine «ümmet içinde millet olma» daha uygun düşer, çünkü kabile kültürünü aşarak çeşitli Türk gruplarını birleştiren asıl bağlar İslâm medeniyetinden geliyordu. İslâmiyet kısa bir zaman içinde Türk kabilelerinin hepsine nüfuz edemediği için bir müddet Müslüman Türkler ile Müslüman olmayanlar arasında devamlı savaşlar yapılmış, iki taraf düşman olmuştu. Fakat İslâmiyet bilhassa şehir merkezlerine hakim olarak yerleşik medeniyet istikametinde büyük bir hamleye yol açtıktan sonradır ki, artık ayırıcı bir unsur olmaktan çıkmış, bütün Türkleri birleştiren en büyük kuvvet haline gelmiş bulunuyordu, islâmiyetin birleştirici rolüne en fazla ihtiyaç duyulduğu devir herhalde Türklerin Anadolu'yu fethedişlerinden itibaren başladı ve bu rolü de tarikatlar oynadı.
Türkler Anadolu'ya geldikleri zaman bu memleket siyasî bakımdan daha ziyade Bizans hakimiyeti altında bulunmakla beraber etnik ve dinî bakımlardan hiç bir şekilde birlik göstermiyordu. Hakikatte buraya devamlı surette gelip yerleşen Türkmenler arasında da kuvvetli bir din birliği mevcut değildi. Bu Türkmenler yarı Şamanî, yarı Müslüman idiler. Bir kısmı Şiî tesiri altındaydı. Anadolu'ya geldikleri zaman da Ermenilerle, Süryanilerle, Hıristiyanlığın çok eski inançlarla karışmış birtakım sect'leriyle karşılaşıyorlardı. Şehirli Türkler hem şehir hayatına daha uygun olduğu, hem de formel tahsil müesseseleriyle yayıldığı için Sünnî mezheplere —çoğunlukla Hanefîliğe— bağlı bulunuyorlardı. Şu halde Anadolu'nun ilk fetih ve iskânı sırasında Müslüman Türklerle Hıristiyan Rumlar diye iki mütecanis etnik ve dinî zümrenin karşılaşmasından bahsedilemez.Doğu'dan Anadolu'ya sel gibi akan ve bir sürü arkası kesilmeyen Türkmenlerhembugayrimütecanis manzaranın büsbütün karışmasına hem de siyasî ve iktisadî istikrarın bozulmasına yol açıyorlardı. Bugün bile Türkiye'nin çevre ile irtibatı kalmamış veya pek azalmış bazı bölgelerinde çok eski itikad ve ibadet şekillerinin yaşadığını görebiliriz. Anadolu'yu dolduran Türkler arasında muhakkak ki bir dil ve din birliği vardı. Bunlar herşeye rağmen Bizans'a karşı Müslüman Türk cephesini teşkil ediyorlardı. Fakat aradaki bu birlik kolayca hizipleşmelere imkân verecek ve hiziplerin de birbirleriyle çarpışmalarına yol açacak derecedeydi. Türkleri hem birbirleriyle mücadele etmekten hem de etraftaki yabancı kültürlerin bozucu tesirinden kurtarmak gerekiyordu. Her şeyden önce, kabile bağlarını aşan bir birlik şuurunun verilmesi lâzımdı. Türklerin geleneksel karakterleri ve dilleri onları diğer Müslüman topluluklardan ayırdığına göre, kuvvetli bir din terbiyesi onlarda hem inanç birliği doğuracak hem de bunu yaparken millî hüviyetlerini korumalarına imkân verecekti.
Anadolu Türklerinin kendilerine mahsus dil ve kültürleri olan bit Müslüman cemaat halinde birleşmeleri kolay ve çabuk olmadı. Diyebiliriz ki, MalazgirtzaferindenBursa fethine kadar geçen bütün zaman Türkmen kitlelerinin «taş ve toprak arasında yapılmaları» ilegeçmişvenihayet bu bütünleşme dünya tarihininenbüyük yapısını, Osmanlı İmparatorluğunu ortayaçıkarmıştır.Bu kadar uzun zaman içinde yüzbinlerce Türkmeni yeni bir medeniyete hazırlayan iki büyük müessese vardı: Medrese ve Tekke.Bunlardan birincisi gerek fonksiyonu ve gerekse programı bakımından nisbeten küçük bir müzreye hitab ediyor, Türk elifinin yetiştirilmesiyle uğraşıyordu. Bu yazının asıl konusunu teşkil edeni tekkeler ise geniş halk tabakalarına hitab ediyor, hattâ göçebe hayatını bırakmamış Türkmenlere kadar nüfuz ediyordu.
(Devamıgeleceksayımızda)