Yazar Adı : | İlim Dalı : Tarih |
Konusu : | Dili : Türkçe |
Özelliği : | Makale Türü : Müstakil |
Ekleyen : Nurgül Çepni/2009-07-12 | Güncelleyen : /0000-00-00 |
Anadolu’da Türk Birliği Ve Tarikatlar II
Bazı münevverlerimize göre medresenin şekilci ve müsamahasız tavrı karşısında tekkelerin öze önem vermesi, daha müsamahakâr ve dolayısiyle daha hümanist olması yüzünden Türk halkı bilhassa bu ikincilere rağbet göstermiştir. Şimdi buradaki şekil, öz, müsamaha, hümanizm gibi manası bilinmeden bol bol kullanılan sözler bir tarafa, Türk halkının medrese ve tekke karşısında tercih yapmış olması tamamen asılsız bir iddiadır. Medrese tahsili görmek ve tarikata girmek birer tercih meselesi olmadığı gibi, birbirinin zıddı şeyler de değildir. Bütün büyük tarikat pirleri hep medrese tahsili görmüş insanlardır; hem müderris olup hem tarikata giren kimseler de pek çoktur. Yirminci yüzyılda bile herkesin üniversite tahsili yapamadığına bakılırsa, o çağlarda çoğunluğu yarı-göçebe olan bir halkın medrese tahsiline rağbet etmesindeki imkânsızlık anlaşılır.
Şurası muhakkak ki, bizim halkımız içtimaî terbiye ve birlik şuurunu daha ziyade tarikatlar vasıtasıyla kazanmıştır, fakat bu da yine medrese sayesinde olmuştur. Medrese bilgisi bir inanç ve ibadet sisteminin mihenk taşıdır, çünkü o yazıya dayanan medeniyetin ve yazılı geleneğin temsilcisidir. Medrese bilgisinin şahıslar dışında, objektif bir tarafı vardır; tarikatlarda ise bilgi tamamen şahıstan şahısa, gönülden gönüle aktarılır. Bu yüzden tarikatların ana kaynaktan (şeriattan) ayrılıp ayrılmadığını öğrenmek için daima medresenin ölçüleri birer standart olarak kullanılır. Medrese olmasaydı, bilhassa haberleşme ve ulaştırma imkânlarının çok mahdut olduğu eski devirlerde, her tarikat ayrı birer din halinde gelişebilir ve böylece Anadolu Türklüğünde millî birlikten eser kalmazdı. İşte tekkenin Türk hayatında oynadığı rolün kıymet ve ehemmiyeti bilhassa buradan geliyor : Türkiye'nin o zamanki sosyal bünyesine çok uygun birer terbiye müessesesi olarak, geniş kitlelere kardeşlik ve birlik şuurunu vermek.
Tarikatların medreseden farklı bazı inanç ve ayin unsurlarına sahip olmalarının başlıca sebebi, onların yazılı kaynaklardan ziyade sözlü ve sübjektif geleneklere bağlı oluşundan-dır. Bu yüzden tekke geleneğinde Türklerin eski dinlerinden olduğu gibi Anadolu'da karşılaştıkları inanç sistemlerinden de unsurlar bulabilirsiniz. Bir medreseli kendi iddiasını son ucu Kur'ân'a varan yazılı ve üzerinde ittifak edilen kaynaklara dayandırmak zorundadır, fakat tarikatlerde bazan bir nesil ötesi bile efsane haline gelmektedir. Böylece çok çeşitli yorumların ve hâdiselerin sığdırılabileceği elâstikî birer bünyeleri oluşu tarikatleri bilhassa cazip hale getirmektedir. Fakat dikkat edilirse görülür ki, bütün tarikatların silsileleri peygamber zamanına ve onun seçkin sahabelerine ulaşır; böylece hepsi aynı kaynakta birleşir. Bu kaynak birliği elden gelen — şahsî liyakatla kazanılan— silsileler kadar belden gelen —sülâle takip eden— sil-sileler için de aynıdır. Mevlâna Celâleddin'in büyük atası Ebubekr'dir, Hacı Bektaş ise İmam Ali sülâlesinden gelir. Bütün tarikatların ük pirleri Hazret-i Muhammed'in öğrettiği ve icazet verdiği kimselerdir. Evliya Çele-bi'nin ifadesiyle «Ol sene ehl-i tarik olmak için Hazret-i Ebab Bekir Sıddiyk, Hazret-i Risaletten cihaz-ı fakrı kabul eyleyip biy'at ettikte Tarikat-i Nakşıbend serçeşmesi oldu. Andan Hazret-i Ömer şed bağlayup biy'at edip serçeşme-i sipah-ı azeban oldu. Andan Hazret-i Osman biy'at edip Tarik-i Vahidî pişvası oldu. Andan Hazret-i Ali biy'at edip serçeşme-i imaman-ı tarik-ı Halvetî oldu... Biy'at ahd ü peymandır, her kim ki sahib-i ahd ü peyman ve sahib-i şed olmaya, sahib-i tarik olamaz».
Tarikatlar Türklere mahsus müesseseler değildir, fakat Türkler daha çok kendi aralarından çıkan pirleri takip etmişlerdir. Halkımızın büyük çoğunluğu Bahaeddin Nakşibend'in tarikatına mensuptur. Yalnız Kadirîlik tarikatı Iraklı Araplar arasında çıktığı halde daha çok Türkler arasında rağbet bulmuştur. Mevlevîlik, Bektaşîlik ve Bayramîlik de birer Türk tarikatıdır. Bayramîlik bilhassa rençber ve küçük zenaat erbabı arasında yayılmış, Bektaşîlik ise Osmanlıların fetih devirlerinde yarı-dinî, yarı-askerî bir karakter kazanmıştır. Mevlevîliğe gelince, o daha ziyade okumuş üst tabakanın tarikatı oldu. Tarikatların gelişmesindeki bu istikamet, pek muhtemelen, kurucuların yaşadığı hayatla ve yakın çevreleriyle çok ilgilidir. Mevlâna, medrese ilminin üst makamlarına erişmiş bir âlim, aynı zamanda büyük bir şairdi. Bu meziyetleri sayesinde devlet büyüklerinin saygısını kazandığı gibi, ona yakın olanlar da kendisini lâyıkıyla takip edebilmek için Farsça ve Arapça bilmek, böylece bu iki dilin literatürüne aşina olarak seçkin kişiler haline gelmek durumundaydılar. Böyle kuvvetli bir ilim ve sanat geleneğine sahip oluşu yüzündendir ki, Mevlevîlik bize pek çok sanatkâr vermiştir, bilhassa klâsik musikîmiz büyük ölçüde mevlevîlerin eseri olmuştur. Osmanlı padişahlarına mevlevî şeyhleri kılıç kuşatırlar, Mevlâna bütün tarikat pirlerinin en büyüğü sayılırdı. Medeniyetin bir tarifi de insan münasebetlerinde yumuşaklık ve karşılıklı saygı, incelmiş bit muaşeret, tavır ve hareketlerde zarafettir. Dünyanın şu durumunda üzerinde gitgide daha çok durulmaya başlanan bu tarife göre Mevlevî tekkesi sadece Türkiye'de değil, bütün dünyada yüksek bir medeniyet okulu sayılabilir. «Çelebi» tabiriyle ifadesini bulan Türk efendiliğinin en güzel örneklerini Mevleviler arasında bulursunuz. Çocukla yaşlının karşılıklı el öpüşmeleri, birbirlerine siz diye hitab etmeleri, hele saygı ile sevginin son derecede samimî ve ahenkli bir terkib içinde birleştiği şu «can» tabiri mevlevî zarafetinin birer örneğidir.
Türk tekkelerinin bir hususiyeti de, bunların dünyadan el çekmiş küçük gruplara ait bir çeşit manastır halinde olmayışıdır. Bir tekkenin devamlı personeli ortalama onbeş -yirmi kişidir, halbuki bu tekkelerin dışarıda binlerce mensubu vardır ve bu insanların hepsi de iş ve aile sahibidirler. Tekkede devamlı kalan küçük grup ise yiyip-içip yatan tembel taifesi değildir; herbirinin orada bir hizmeti vardır. Ya tekkenin şeyhidir, ya müzisyendir (neyzen, zakir, kudümzen ilh), ya aşçıdır, ya meydancıdır, ilh. Bazan —bilhassa Rumeli Bektaşi tekkelerinde görüldüğü gibi— tekkedeki dervişler kendi yiyecek ve içeceklerini bizzat temin ederler, ayrıca gelip geçen yolcu, garip ve acizlere de bu nimetlerden bol bol dağıtırlar.
Mevlevîliğin aristokrasiye dayandığı, buna karşılık Türk halkının daha çok Bektaşîlik ve benzeri tarikatlara rağbet ettiğine dair bir hayli manasız lâf edildi. Son günlerde de, yine aynı çevreler, Salâhaddin Zerkûb'un hikâyesini dile dolayarak Mevlâna'nın basit Halkı okumuşlara tercih ettiğini söylemeye başladılar. Bütün bu saçmalıklar Batıcı münevverin her gördüğü şeyi Batılı bir şemaya sokma gayretinden doğuyor. Mevlâna insanları okumuş-cahil, zengin-fakir diye ayırarak bunlardan bir tarafı nasıl tutar? Mevlevîlik hakikaten şehirlerdeki okumuş tabakanın rağbet ettiği veya içine girenin uzun bir eğitimden sonra münevver statüsüne yükseldiği bir tarikattı; böyle oluşu da onun için kusur değil, meziyet sayılabilir. Mevlevîlik Türk'ün Anadolu'da yaratmaya başladığı yeni bir medeniyet merhalesini temsil ediyordu. Nitekim önce büyük çoğunluğu göçebe Türkmenlerden meydana gelen Babaîlik hareketi yerleşik medeniyete yabancı kalan Türklerin Şamanizm kalıntısı inançlarla hareket ederek yaptığı çok geniş ve tehlikeli bir reaksiyondu. Devletin varlığını tehdit eden, neredeyse Türklerin Anadolu'dan sürülmelerine yol açacak bir siyasî keşmekeşe doğru gidecek bu isyan ateşi Malya Ovasında söndürüldü. Babaîlik yine devam etti, ama artık isyan ve yağma hareketi olarak değil, işte Bektaşilik, o yarı Şaman yan Müslüman göçebeler içinden çıkan Babaîliğin Türk şehir kültürü karşısında yontulmuş ve nizama girmiş şeklidir. Bektaşî menakıbnamelerinde Hacı Bektaş ile Mevlâna Celâleddin ve Ahi Evren arasındaki münasebetlerden sık sık bahsedilir; bu hikâyelerde Hacı Bektaş'ı diğer pirlere üstün göstermek gibi masumane bir tarikat gayreti varsa da, Bektaşîliğin Mevlevîlik ve Ahîlik karşısında barışçı, medenî, düzenli bir tavır aldığı açıkça görülmektedir. O kadar ki, Bektaşîlik birçok ayin ve minsekleri (rites), hattâ tasavvuf ve tarikat terminolojisini, teşkilâtını hep Mevlevîlikten almıştır. Ancak bundan sonra Bektaşîlik artık İran kaynaklı Şiy'î ve Batınî hareketlerinden ayrılmış, hattâ Sünnî Türk devletinin başlıca dayanaklarından biri haline gelmiştir. Dikkat edilirse, Anadolu'nun Doğu bölgelerindeki alevîler Hacı Bektaş'a ve torunlarına büyük bir bağlılık gösterdikleri halde Bektaşî tekkeleri hep Rumeli Türkiye'sinde kurulmuştur. Doğu'da Alevîlik bir Bektaşî tarikati şeklinde teşkilâtlansa ve nizama girseydi, herhalde Pir Sultan Abdal, Şiy'î İran devleti hesabına çalıştığı için idam edilmezdi.
Tarikatların cemaat halinde topladığı dağınık Türk kitleleri Anadolu'daki çeşitli inanç zümreleri arasında Müslümanlıklarını korudukları gibi, dillerini de koruyabilmişlerdir. Rumlarla hudut olan yerlerde yaşayan, yani Bizans kültürü ile temasa geçen Türklerin genellikle iki dili birden kullandıklarını biliyoruz. Bu Türk kitlelerini besleyen şehirli kültür kaynakları — Mevlevîlik gibi — bulunmasaydı Türkçenin ancak göçebe Türkler arasında ve pek iptidaî bir durumda kalma tehlikesi vardı. Tarikatlarda bazı kaynak eserlerin Türkçe olmayışına rağmen yine de esas dil Türkçe idi. Medrese de Arapça öğrettiği halde tedris dili olarak Türkçeyi kullanıyordu. Fakat Türkçenin yerleşmesinde en büyük rolü yine tarikatların oynadığı muhakkaktır, çünkü medrese, akademik bir müessese olduğu halde Tekke, bir ideoloji veya misyonerlik hareketi gibiydi. Tekkenin asıl tarikat ehli yanında bir de sayıları yüzbinleri bulan sade
insanlara çabuk ve kolay bir şekilde hitab etmesi gerekiyordu. Üstelik tasavvuf sadece bir bilgi değil, bir vecd işi idi. Bu yüzden pek sade insanlar —yani sadece Türkçe bilenler— de mistik hayatın yayılmasında büyük rol oynayabiliyordu.
İşte Selçuklular devrinde esas dil ve din bağlarına dayanan bir millet birliğinin temelleri atılmış bulunuyordu. Mevlâna, Yunus, Hacı Bektaş, Hacı Bayram gibi mürşidler, Kutalmışoğlu Süleyman Şah'tan Alâeddin Keykubad'a kadar siyasî ve askerî liderler «taş ve toprak arasında yapılagelmişlerdi». Artık büyük Osmanlı Senfonisinin ana temlerini birleştirmek üzere Osmanoğullarının siyaset sahnesine çıkmaları bekleniyordu.