Hit (3362) M-1839

Günümüz Mevlevi Ayini Bestekarlarından Hafız Ahmet Çalışır İle Söyleşi

Yazar Adı : İlim Dalı : Söyleşi
Konusu : Dili : Türkçe
Özelliği : Makale Türü :
Ekleyen : Nurgül Çepni/2010-01-06 Güncelleyen : /0000-00-00

Günümüz Mevlevî Âyini Bestekârlarından Hâfız Ahmet Çalışır İle Söyleşi
-Doç. Dr. Mehmet Bahaüddin Varol – Mehmet Gönül-

M.B.Varol – Sayın Hafız Ahmet Çalışır, yıllardır Türkiye’de ve Konya’da dinî mûsıkî alanında katılmış olduğunuz faaliyetler çerçevesinde bir çok kişi tarafından tanınmaktasınız. Ancak biz sizleri tanımayan okuyucularımızın da olabileceğini düşünerek genel ve klâsik soru ile başlamak istiyoruz. Hafız Ahmet Çalışır kimdir? Bize kendinizden bahseder misiniz?

Aslında ilginç bir tesadüf mü yoksa cilve-i Rabbânî mi desem bilmiyorum. Aralık ayının 17’sini 18’ine bağlayan gece yani Hz.Pîr’in vefat ettiği gece olan bir Şeb’i Arûs’da dünyaya gelmişim. İlkokuldan sonra hâfızlığımı ikmal ettim. Bizim için Türk mûsıkîsi ve hafızlık ayrılmayan iki müessese. Benim için ciddi anlamda olmasa da işin içine girmiş olmak hafızlık eğitimim ile birlikte başlıyor. Tabi hafızlığın iki vechesi var biri hıfz biri de tilavet. Cenâb-ı Hakk’ın bize vermiş olduğu isti’dât belki de bize müzikal anlamda daha çok sirayet etti. O zaman rahmetli Ahmet Büyüksakarya hoca efendi vardı, çok güzel okurdu ve kıraati çok düzgündü. Kur’an kursuna devam ettiğimiz günlerde ta’lim dersleri vermek için kursa gelirdi. İlk olarak biz müzik zevkimizi ondan aldık. Derse başlamadan önce “Allah diyelim daim Mevla görelim neyler” diye bir ilâhi meşk eder, sonra ta’lim okuturdu. Diğer öğrencileri gönderdikten sonra benimle ayrıca bir-iki saat daha ilgilenirdi. Belki de bendeki istîdadı görmüş olsa gerek. Tabi bazı alanlar için fıtrî kaabiliyetlere ihtiyaç söz konusu.

İmam Hatip Okuluna girdikten sonra Allah rahmet eylesin Zekâi Kaplan hocanın teşviki, Sadreddin Özçimi ağabeyin delaletiyle Ney üflemeye başladım. Kur’an-ı Kerîm’i güzel tilavet etmek adına Allah uzun ömürler versin muhterem hocamız Hasan Hüseyin Varol’un ta’lim ve tilâvet dersleriyle biraz daha derinleştik. Sizinde bulunduğunuz ortamlarda sürekli âyin ve mûsıkî meşkleri… özel meşkler ve derslerle devam ettik. İmam Hatipteki yıllarımız ney’le olan irtibatımız ve özel meşklerle dolu dolu geçti. Lise yıllarından sonra Selçuk Üniversitesi Müzik Bölümü’ne devam etmemiz ve oradaki enstrümanımızın Tanbur olması bizi mûsıkîye biraz daha yaklaştırdı. Müzik bölümünün katkısının olmadığını söylemek istemem ancak alaylı olmak mektepli olmaktan daha önemli diye düşünüyorum. Müzik bölümü içimizde olanı dışarı yansıtmak adına bir kolaylık ve açılım sağladı. Daha sonra bir Devlet Korosu tecrübesi ve İstanbul’daki bir 5 yıllık tecrübe, müzik açısından ciddi birikim sağladı. Hâfız olmak Türk mûsıkîsi sanatçısı olmak adına çok ciddi bir avantaj. Hamdolsun bu avantajı yetiştiğimiz çevrede etrafımızdaki büyüklerin doğru yönlendirmesiyle iyi bir şekilde değerlendirdik. Doğrusunu söylemek gerekirse bu yönlendirme benim yetişmem üzerinde çok önemli katkılar sağladı. Erbabının malumudur işin neresinde olduğumuz. Ama standart olarak bakıldığında her halde bizim mesâimizin biraz daha fazla olduğu görülebilir. Hafız Ahmet kısaca bu.

M.B.Varol – Geçmişte gördüğümüz bazı bestekarların hâfız isimlerini kullandıklarını görüyoruz. Hâfızlıkla mûsıkîşinaslık arasında bir ilişki var mı?

Aslında hâfızlık bir icra makamı. Kişi bestekâr olayım diye çalışmaz, sonradan kazanılacak bir şeydir bestekarlık. Cenâb-ı Hakk’ın verdiği istidat da burada çok önemli. Bir kişi müziği çok iyi bilebiliyor çok iyi icracı da olabiliyor… Ama her iyi bilen icracı bestekar olamıyor. Bir bestekâr diğer sanatkârlar kadar ciddi bir icracı da olmayabilir ama çok güzel besteler yapabilir. Tarihte çok örnekleri var. Bakıyorsunuz Alaaddin Bey’in okuduğu besteler… Bekir Bey’in besteleri bir başkası tarafından o kadar güzel okunamaz belki. Buna karşılık Alaaddin Bey de onun kadar büyük bir bestekar değil. Dede Efendi bestekarlığı kadar güzel icracı olabilir miydi bilmiyoruz? Doğrudan bir bağlantı olduğunu düşünmüyorum ama bestekarlık belli bir aşamadan sonra birden oluşuveren bir olgu. Aynı makale yazmak gibi resim yapmak gibi bir şey. Batılıların “creativite” dedikleri Türkçe’miz de hoşlanmadığım bir kelime yaratıcılık falan diyorlar haşa. Olumlu bir şeyler meydana getirmek açısından birlikte telaffuz edilebilir. Hattat çok güzel yazabiliyor ama istif kabiliyeti olamayabiliyor. Bestekarlıkta böyle bir şey. Birikimi ile beste yapmak adına inşa kabiliyeti. Yani herkes ciddi binalar vücuda getiremeyebiliyor. Hafız olmak ciddi bir avantaj olabiliyor bu konuda. Bestekarlık açısından bazı çalışmalarımız ciddi kabul gördü. Ben hâfızlığın da bu noktada ciddi avantaj olduğunu düşünüyorum doğrusu.

M.Gönül – Pek çok yetişmiş hâfızın varlığı malum ancak daha ziyade ses güzelliği olan hâfızların biraz daha mûsıkî yönünü kullanarak topluma ulaşabildikleri konusundaki düşünceleriniz.

Câmi mûsıkîsi ile hâfızlık müessesesini açmak lazım. Kişi hâfız olabilir ama mûsıkî ile çok alakalı olmayabilir. Vazifesi sadece hâfız talebe yetiştirmek olabilir. Birde cami mûsıkîsi içerisinde icracı olan hâfızlar var. Kur’an-ı insanlara okurken mûsıkîyi en güzel şekilde kullanabilmek için yeterli bilgi ve kabiliyete sahip olmak gerekiyor. Hâfızlığın bu noktası çok önemli. Hıfzın icrası açısından mûsıkî çok önemli bir yere sahip.

M.B.Varol – Kültür Bakanlığı Konya Türk Tasavvuf Mûsıkîsi Korosu’nun oluşumu aşamalarından bahsedecek olursak geçtiğiniz merhalelerden bahseder misiniz?

Bahaüddin beyinde içinde bulunduğu bir grubumuz vardı. Aslında o günlerde çok güzel demler, safâlar sürdük. Haftanın bir gününde zannediyorum cumartesi günleri toplanıyorduk. O günlerde Selçuk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Türk İslam Edebiyatı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi olan A. Selehaddin Hidayetoğlu ağabeyimizin delaletiyle olan bir çalışma idi. Onun müsait gençlerden müteşekkil bir topluluk kurup bir mûsıkî ve âyin icra heyeti teşekkül ettirmek maksadı vardı. Ve bu maksada ulaşmak için oluşturulmuş bir gruptu bu.

İtimat edin o gruptaki ihlas ve samimiyeti şimdiki hiç bir grupta göremiyorum. Mûsıkî aşkının tatmini ve acaba bir şey daha öğrenebilirmiyiz endişesi ile -geçen sefer 2 satır öğrenmiştik bu gün 1 sayfaya çıkarabilirimiyiz- diye uğraşırdık. Selahaddin abi bu konun üzerinde çok dururdu. Ve emin olun çok zor iklim şartlarında çalışmalar yapardık kar, kış demez çok soğuk gecelerde saat 1’lerde 2’lerde çatır çatır buzlu havalarda ağlaya ağlaya dağılırdık. Kimi zamanlarda bir bakarsınız dışarıda bir sis bir adım önünüzü göremezsiniz. Birimiz Konya’nın bir tarafında diğer birimiz başka tarafta oturur. Vasıta, ulaşım çok sıkıntılı… Ama bu güçlükler bir sonraki toplantıların olmasına mani olmazdı. Aşk olmayınca meşk olmaz hesabı. Bizde o zaman mûsıkî aşkı, meşk, tedrisat, eğitim aşkı vardı. Mûsıkî öğrenme aşkı vardı. Üstadlarımıza aşk derecesinde muhabbet vardı. Zaten şimdi belki de bizim jenerasyona birazcık manevi eğitim lazım ki yapılan işte gurura kibre kapılmasın. Burada mûsıkînin diğer sanat dallarından ayrıldığı önemli bir noktayı belirtmekte fayda var. Türk İslam sanatlarından her bir dalı mesela Hüsn-ü Hat, Tezhip, Minyatür gibi… Bu sanatların eğitim sürecinde hem bir sanat eğitimi hem de bir kişilik/adam eğitimi var. Çok kısa sürede öğrenciye icâzet vermezler. İnsan eğitimin tam ayrılma noktası burası. Bu alanlarda talebeye üstad icâzet vermek için belki 5-6 senelik bir süreye ihtiyaç duyar. Belki bu süre toplamda 10-15 seneye ulaşır. Kısa bir sürede ve kolaylıkla icâzet verilmez. Haline bakıyorlar, tavrına bakıyorlar, müktesebatı müsait mi? değil mi? bakılıyor ve bütün bunlardan sonra icâzet yazılıp veriliyor. Mûsıkîde böyle değil. Mûsıkîde adamın ayağının kayması çok kolay… İki eser öğreniyorsunuz sesiniz de biraz müsaitse iki kişinin önünde okuduğunuzda almış olduğunuz alkışı icazet sanıyorsunuz. Birden kişisel egolarınız ortaya çıkıyor… Ayağınızın kayması çok kolay oluyor. Bana göre şu andaki mûsıkî piyasasındaki en büyük sıkıntı icâzet müessesinin olmaması, müzisyen yetişiyor ama sanatkâr yetişmiyor. Ne kadar müzisyen yetiştiği de tartışılır. Yetişenlere bakıyorsunuz fıtri defoları çok fazla, kişisel arazlarına çok ciddi mağlub olmuş insanlarla dolu piyasa. Bu alanda iyi bir kişilik eğitiminin, insan eğitiminin olmadığını düşünüyorum.

Bizim bu noktada böyle bir şansımız oldu. 3-4 sene, 5 sene sürdü belki hala da devam ediyor. Belki biz Bahaüddin Beyle, Sadreddin ağabeyle, Selahaddin ağabeyle resmi anlamda bir oluşumu olsa bile o grup tekrar toplansa o duygusal bağ anında kurulur, saygı, sevgi ve o günkü aşk ve duygularla herkes tüm sahip olduğu makamı, mevkii unutur, o kisveyi bir tarafa bırakır ve o günkü yerine oturuverir. Ve o topluluk, o hiyerarşi ve aldığımız, gördüğümüz tedrisattandır ki Hamdolsun çok sık bir araya gelemesek de o gruptakilerin hiç birisinin içerisinde halledemediği egosu kompleksi yoktur. Mûsıkîyi mûsıkî olduğu için seviyor, kendi rûhî tatmini için seviyor. Ve Allah rızası için yapmaya çalışıyor. Sadreddin ağabey, İstanbul’a tayin olması neticesinde bir gün bana topluluğu sen çalıştıracaksın dedi. Çalıştırmaktan murat şu idi. İşte meşk sisteminin devamı benim biraz daha yeterliliğim ve vukûfiyetim sebebiyle meşki kontrol etme yönetme işi idi. Devam eden haftalarda Selahaddin ağabeyin riyasetinde bizim meşkimizle sıradaki âyini o arkadaşlarla geçiyorduk. Daha sonra 1989-1990 da topluluk kurulacak seviyeye geldi. 1990’da imtihan yapıldı ve kurulan resmi topluluğun nüvesini oradaki arkadaşlar teşekkül ettirdi.

Ahmet Çalışır, Mehmet Öztorun, Ömer Faruk Belviranlı şu anda o topluluktan gelen arkadaşlar. Rahmetli Mehmet Kenanlar da vardı. Diğer arkadaşların farklı yolları tercih etmesi münasebetiyle, imtihan kazanamamak diye bir şeyden değil 4-5 arkadaşla o topluluğun nüvesi teşekkül ettirildi. Çok mu kabiliyetliydik? Hayır, daha iyileri yok muydu? Belki vardı, ama Allah o samimiyete orayı lutfediverdi hepimizin kişisel defoları yırtıkları var ama yama yapıyoruz yırtığımızın küçük olması için uğraşıyoruz. O topluluğun nüvesindeki bu arkadaşlarda bu defolar minimum gibi görünüyordu.

Günümüz dünyasına ve konservatuarlarına baktığımız zaman eğitimde o metodolojik sistem tamamen usta çırak ilişkisi dışına kaydığı için herkes ben davasında, hiç biz yok. Yani insanların Allah’tan gelen kaabiliyeti fazlasıyla bir tarafa bırakıyor gibi geliyor. Ses dediğiniz şey bir Allah vergisi gidiverse kimse yüzünüze bakmaz. Önemli olan adam olabilmek… Ciddi bir şekilde mûsıkî tedris edebilmek. Sanatın, mûsıkînin amaç mı araç mı olduğunu? ne olduğunu? Çelik çomak mı olduğunu? yoksa Allah’ı aramak mı olduğunu çok iyi anlamak, bilmek gerekiyor. İşte bütün bu düşüncelerle ben o günleri çok ararım. Bahaüddin beylerle ve diğer arkadaşlarla bir araya gelsek, bir otursak diye her zaman konuşuyoruz. Ancak dünya meşgaleleri işte… İnşallah bunu da başaracağız.

M.Gönül – Sanatkâr yetiştirmek konusunda meşk sisteminin çok daha etkili ve önemli olduğunu söyleyebilir miyiz bu bağlamda?

Sanatkarın da ne olduğunu açmak lazım, sanat ne? sanatkâr kim? zaten bu kavramlarda da ciddi bir anlayış sıkıntısı var. Sanatkâr: bendenizin anlayışına göre içinde bulunduğu toplumun sanat seviyesini olduğu halden bir milimde olsa yukarı çekebilen çekmeye çalışan insandır. Ortaya ürün koyabilen insandır. Ortaya Allah’ın sanatını insanlara güzel bir şekilde sunabilen insandır.

Meşk sistemine gelince… Usta çırak ilişkisi dedik. Bir kere intisâb ettiğiniz üstadın sağlam ve dolu olması gerekiyor. Hem insani noktada hem de sanat ve ilim noktasında. Hem ilmî hem de insanî tarafının ağır olduğu bir insanın önüne diz çöktüğünüz zaman ortaya güzel bir insan çıkar. Meşk sistemi diyoruz çünkü birebir ilgileniyorsunuz. Konservatuara bakıyorsunuz her sene 15 kişi alınıyor. 15 kişiye ayırmış olduğuz vakitle 1 kişiye verdiğiniz vakit arasında ciddi fark var. Ancak meşk sisteminde üstad bir eseri, bir yürük semâî’yi belki 2 saat meşk ediyor, bir besteyi bir kâr’ı meşk ediyor. Bu kâr’ı meşk ederken sadece eseri geçmiyor makamı geçiyor, usûlü geçiyor, güfteyi tahlil ediyor, irdeliyor, makam geçkilerini anlatıyor ve en sonunda ruhunu veriyor. Göz yaşıyla birlikte veriyor hocam. Biz rahmetli Fevzi (Özçimi) amca ile eser geçmeye çalışırdık. Ben Fevzi amcanın hiçbir eseri tamamladığını bilmem. Üç defa geçer aynı yere gelir hıçkırıklara boğulur, okuyamayacağım der bırakır. Meşk sistemi bu… Basit bir şarkı. “Ne boş yere yanmışım meğer ben aldanmışım” der başlar ağlamaya işte bu meşk sitemi… Tabii insan bu noktada hem manen doluyor hem duygusal olarak yükleniyor artık bir bulut düşünün ki içinde elektriklenme artıyor da artıyor. Bir şimşek sonra yağmaya başlıyor. Hamdolsun bizim böyle bir şansımız oldu yetişebildik.

İnsanı içinde yaşamış olduğu cemiyet yetiştiriyor. Şu anki cemiyetin hiç insan yetiştirecek bir yönü yok gibi geliyor.Ümitsiz değilim ama biraz zorlanacağımızı düşünüyorum. Cenab-ı Hakk “kün feyekün” her şey kudretinde mahfuz. Ama günümüz şartlarında ciddi sıkıntılar var. Tam bir teslimiyet içerisinde öğrenmeyi amaç edinen insanların, öğrencilerin sayısında ciddi bir azalma var.

M.Gönül – Şimdi isterseniz sizinle ilgili özel bir konuya geçelim. İçinde bulunduğumuz bütün olumsuz şatlara rağmen bu alana yaptığınız önemli bir katkı var. Hicazkâr Mevlevî Âyini… Yol ehlinin malumudur ki Mevlevî âyini bestelemek için ciddi bir birikim gerekiyor. Bize bestelemiş olduğunuz Hicazkâr Âyinin ortaya çıkışını anlatırmısınız? Nasıl çıktı ortaya? Neden hicazkâr makamı seçtiniz?

Şimdi tabi bazen bir çocuktan bahsederken yaşına göre çok olgun derler ya, işte bu çocuk babasız doğdu çocukluğunu yaşayamadı ama hep büyük insanlarla oturup kalktı. Ben cevaba sonundan başlamak istiyorum.

Biz tabiri caize mûsıkîde çocukluğumuzu yaşayamadık, bizim müzikle tanışmamız âyinle oldu. Yani klâsik mûsıkînin zirvesiyle… Bizim ilk geçtiğimiz eser Zekâi Dede’nin Sûzidîl Âyini’dir. Sadreddin abi öyle bir çıtadan başlattı ki altına düşmenin imkanı yok. O çıtanın üstüne koymalısınız altına düşemezsiniz. Temelimiz bu âyinle atıldı. Neden âyin? Tabi âyinden başka diğer formlarda da bestelerim var belki ama âyin biraz daha öne çıktı. Âyin sürekli okuna okuna hazmede hazmede geldi. Doğrudan bu form içerisinde yetişmişlik neticesi belki de. Ben nota ile başlamadım mûsıkîye. Doğrudan âyin okuyarak başladım, meşk sistemi ile eğitim gördük. Notayı da zaman içerisinde kendi kendimize öğrendik. Usûl vura vura Devri Kebir’i, Devri Revân’ı, Evfer’i vura vura âyin meşk ettik. Yolda giderken kafamdan usul vurarak ellerimle ritim tutarak âyin okurdum. Muzaaf devri kebiri sürekli vururdum ki peşrevlerde kudümzenlere eşlik edebileyim. Hal böyle iken birazda mûsikinin içerisine girdikten sonra tabii insan belli bir noktaya geliyor. Dolmaktan mı bilmiyorum ama bir birikim oluyor kendi çapında. 1998 yılıydı sanırım buradaki genel sanat yönetmenliği vazifesinden devletin tasarrufu oldu. Görevden alınıp, İstanbul’a naklim mevzuu oldu. Yoğun bir dönemden sonra aniden boşluğa düşünce, boş duramıyor insan bir şeyler yapmak istiyor. Bir âyin olabilir mi? diye düşündük. Bu âyini yaparken de ben âyin bestekarı olayım diye yola çıkmadım doğrusu. Bir çalışma olsun zamanı değerlendireyim diye düşündüm. Peki olsun güfteleri nasıl denk getireceğiz “İnsemâ-ı Mevlevî…” Hz. Pir’in bir niyâzı bu. Mevlevî semâı ebede kadar sürsün gitsin diye Hz. Pir’in bir niyazı ile başlayalım dedik. Daha sonra efendimize atfen yazılan beyitlerle sürsün gitsin ve bir şefaate vesile olsun istedim. “Ey Rasûli Hz. Hakk ey Habîbi Kibriya…” Hep böyle güfteleri Efendimizi ön plana çıkaran güftelerden seçtim. 2. ve 4. selamlar direkt bu amaç üzre çıktı. Öncelikle güfteleri tespit ettik sıra makama geldi. Bakıyorsunuz ecdâd bütün makamları kullanmış… Saba, Hicaz, Uşşak… cıvıl cıvıl bir âyin olsun istiyorsunuz fıtratta müsait olunca. Sevgili kadim dostum Sami Küçük de hicazkar makamını çok sever. Bana her zaman, haydi bana hicazkar makamında bir şey oku, bir taksim et(yap), bir gazel kaside oku derdi. Sami’ye bir mülhem olsun senin için bir âyin besteliyorum diye bir cemile olsun istedim. Bu makamda icra edilen bir âyin olmadığından, bir tane var ama icra edilmiyor. Böylelikle hicazkar makamına karar vermiş olduk.

Âyinlere baktığınız zaman peşrevlerin ekserisi başka bir bestekâra aittir. Yani peşrev ve âyin bestekarları farklı olan pek çok âyin var. Âyin bestesinde önemli bir husus da kanaatime göre baştan sona aynı bestekâra ait olmasıdır. Böyle olunca daha bir lezzetli olur diye düşündüm. Hicazkar makamını tespit ettikten sonra bu düşünceyle ben besteye peşrevden başladım. Âyini değil de evvela peşrevi besteleyeyim dedim. Hiç olmazsa hicazkar makamına kendim vird olayım. Al eline âyini hicazkarda oku git… öyle yapmadım peşrevden başladım.

Peşrev bitti. Bakıyorsunuz güzel oldu gibi ama acaba üstada da bağlılığımızdan acaba Sadreddin abi ne derki. Bir de çekiniyorsunuz sen nesin ki? ne oldun ki âyin besteliyorsun? Daha dünkü çocuksun gibi tavırlardan da çekiniyorum. Bir de bu yolda bir tembel tesellisi var, efendim işte ecdad bu kadar bestelemiş, yenisine ne gerek var? Eğer bu mantık tutarlı ve doğru olsaydı Dede Efendi çıkmazdı, Zekâi Dede efendiler olmazdı. Onların da hocası, ecdadı var ve önlerinde daha önce yapılanlar ortaya konanlar var. Onlarda eskileri bir geçelim ne haddimize mi deselerdi böyle bir tavır doğru değil.

M.Gönül – Ne kadarlık bir süreç bu?

Herhalde başlangıcından bitişine bir ay gibi bir zaman aldı. Ama olgunlaşması biraz daha fazla sürdü. İcra edile edile eksikleri tamamlana tamamlana bu günkü seviyesine geldi. Bu matematik gibi değil hocam, bazen günlerce oturursunuz bir şey çıkmaz bazen bir oturmada bitirirsiniz. Benim Hisar Bûselik makamında bir âyinim daha var. Yürük semâînin üçüncü selâmın ikinci yarısına geldim kaldı. Arkadaşlar sürekli tamamla şunu diyorlar ama elime alasım bile gelmiyor. Demek ki vakti dolmamış diyorum.

Ve bir ay içerisinde bitti ancak endişem devam ediyordu. Sadreddin ağabeye; ben sana bir şey dinlettireceğim, âyin gibi bir şey karaladım acaba dinler misin? dedim. Tamam getir bakalım dedi. Gittim okudum, Bismillah başladık peşrevden tabi solfej yaparak okuyorum, peşrev bitti hoca duygulandı. Güzel olmuş dedi peşrev, tabii ben hala beni teşvik edici bir anlamda kullandığını düşünüyorum, bir taraftan ne gerek var oğlum der diye. Çünkü onun bir açık sözlü tavrı vardır. Hatıra göre konuşmaz.

Âyine girdik… Sadreddin abi dinlerken, şöyle gel bakayım dedi beraber okumaya başladık… sonra başladı ağlamaya… aferim Ahmet, aferim Ahmet diye diye âyin bitti. Ben hala gerçek tepkisini ölçmeye çalışıyorum, Allah razı olsun çok stayişkar falan da konuştu. Ve neticede âyinin beğenileceğini düşündük. Tabii notaya aldıktan sonra hafızanızdakini okuyorsunuz, yanlışları fark edemiyorsunuz. Farklı kişilerle geçmek gerekiyor. Çeşitli ortamlarda geçildi, geçildikçe yanlışlar telafi edildi. İki, üç defa nota değişti korolarla icra edildi. Netice itibariyle bu çocuklarımıza bir miras kalsın… Bu sahada şerefli bir isim, itibar ve şerefli bir gelecek yapmış olduğunuz eserlerdir diye düşündüğümden, bir babanın evladına bırakabileceği miras. Daha sonra, bir de bunun kaydını yapıp CD’sini oluştursak dedi arkadaşlar. Sadreddin ağabey de; neden olmasın çok güzel olur deyince bu yönde bir kanaat oluştu ve kaydettik, çıktı.

Çinuçen Tanrıkorur hocaya dinletmişler çok beğenmiş. Allah ömürler versin Niyazi hocaya dinletmişler Sadreddin ağabeyin arabasında. Niyazi hoca mest-ü hayran olmuş Ahmet’i tebrik ederim demiş. Bana da telefon ederek; çok güzel olmuş yavrum, senden ikinci âyini bekliyoruz, sûzinak istiyorum diye stayişlerde bulundular sağolsunlar… Hoca hala bekler …

Efkâr-ı umûmiye tarafından çok beğenildi… Beğenilmesinin sebebi bence samimiyetle yapılmasındandı. Ben hiçbir zaman âyin bestelerim arkadaş anlayışı ve tavrıyla âyin bestelemedim. Ve özellikle içerisindeki Peygamber Efendimiz’e atfedilen güfteleri sürekli ön planda tutmaya çalıştım. Bu benim samimiyetimle alakalı bir hadise olarak ortaya çıktı.

M.Gönül – Bestelediğiniz Âyin çok beğenildi ve pek çok resmi ve özel topluluklarca icra edildi, âyinle ilgili hiç eleştirel bir yaklaşım oldu mu?

Şu ana kadar gelen eleştirilerin hepsi olumlu elhamdülillah… Âyin yapmak sana mı kalmış diyen insanlar da olmuş olabilir, onların da en tabii hakkıdır tabii. Bunu da saygıyla karşılıyorum. Âyin yapmak bize kadar düştüyse eğer efendim gerisini siz hesap edin. İnsanı yetiştirecek olan cemiyet benim içinde yaşamış olduğum cemiyet her halde bu kadarına müsaade etti.

Âyinin bir defosu var… Nedir o? Âyin kısa, üçüncü selamı tam zirveye çıkartıyorsun birdenbire bırakıyorsun bunu mutlaka uzat diye bir istek var. Bakarsınız Cenab-ı Hakk nasip eder uzatma imkanı olur, kısmet…

M.B.Varol – Mevlevî âyini beste formunun genel mûsıkîmiz içerisinde yeri nedir? Klasik Türk mûsıkîsinde bu kadar önemli olmasının sebebi nedir?

Bir kere form olarak çok büyük bir form. Bir bakıyorsunuz bir eser 12-13 sayfa, belki 15 sayfalık bir eser yaparken insicamın bozulmamasına dikkat ediyorsunuz ve bu ciddi bir gayret istiyor. Dört selam var malum hepsi ayrı uzunlukta… aralarındaki bağlantının ve münasebetin kesilmemesi için ciddi bir inşa kabiliyetinin olması gerekiyor…

M.B.Varol – Bir Mevlevî Âyini hangi bölümlerden oluşuyor? Peşrevden başlamak suretiyle bu bölümler neyi ifade ediyor? Bize kısaca bahseder misiniz?

Mevlevî âyini aslında ritüel anlamda 4 bölümden oluşuyor. Bu konuda Mehmet Gönül Bey’in ciddi vukûfiyeti var ve bildiğim kadarıyla bu dergide yayınlanacak makalede bu hususlara geniş yer veriliyor. Ben vakit kaybetmemek adına selamların anlamını anlatmaktan sarfı nazar ediyorum. Ancak müzikal anlamda kısaca bilgi vermek gerekirse…

Peşrev, mevlevî mukabelesinde “muzaaf devri kebir” usulüyle “Devri Veledî”nin yapılmasını sağlayalan müzikal bölümdür.

Birinci selam, “Mevlevî devri revanı” dediğimiz 14 zamanlı usulde yapılan ana makamın gösterildiği bölümdür. Genelde “Mevlevî devri revanı” ile bestelenir ama başka usuller de kullanılabilir. “Düyek” gibi…

İkinci selam ise kısa bir bölümdür ve doğrudan Peygamber Efendimize bir atıf vardır. İkinci selam ile Dördüncü selam yapı itibariyle genelde aynıdır. evfer” usulü kullanılır mutlaka.

Dördüncü selam mutlaka “sultanı meni” diye başlar. İkinci selam da böyle başlayabilir ama bazen güfte farklılığı da olabilir.

Bizim örnek aldığımız üç “beste-i kadim” var. Pençgâh, Hüseynî ve Dügâh makamında bestelenmiş âyinler ilk örneklerdir. Bu nedenle bu âyinler üzerine gelenek oluşmuştur. Bunlardan sonra bestekarı bilinen ilk âyin “Bayâtî Mevlevî Âyini”dir. Daha sonraki âyinler de bu yol üzere bestelenmiştir.

Bu konuda yazılı kaynak sıkıntımız var. Meşk sisteminin ehemmiyetinden dolayı yapılan şeyler, bazen o zamanın şartlarından bazen de kıskançlık gibi beşeri zafiyetlerden dolayı kayda alınmamış bu nedenle bazı icraların gerekçeleri anlaşılamamaktadır. Ecdadın da açıklama getirmediği hususlar var bu konuda tabii. Bu sıkıntı günümüzde de soru işaretleri meydana getirmekte. Mevcut şablon üzerine yeni besteler yapılmış.

Usûl açısından birinci selam hızlı, ikinci selamda ciddi bir yavaşlama, üçüncüde doruğa çıkma ve dördüncü selam yine bir ağırlık vardır.

M.B.Varol – Mevlevî Âyinlerinin Mûsıkî formları içerisindeki önem ve değeri nereden kaynaklanıyor?

Bir kere en büyük form olması ciddi bir önem ve değer kazandırıyor. İkincisi bir “Kâr” veya “Beste”, “yürük semâî” ya da “murabbâ” olabiliyor. Güfte “muhammes” veya “müseddes” olabiliyor. En fazla aldığınız yerlerde boşlukları iki terennümle dolduruyorsunuz. Daha fazla detaya gerek yok sanırım. Ancak bir âyin güftesini elinize aldığınızda belki 20 belki 30 belki 40 beyit, daha uzun da olabilir… Bu kadar güfteyi melodik açıdan çok zengin bir yapıda birbirine benzememek şartıyla birleştirebilme ve yerleştirebilme kabiliyeti yani daha öncede zikrettiğimiz gibi ciddi bir inşa kabiliyeti olması gerekiyor.

Diğer büyük mûsıkî formlarının güfte büyüklükleri bir dörtlük, beşlik veya altılık olabiliyor. Ama âyin çok daha büyük …

Melodik açıdan büyük bir zenginlik var. Bir kompozisyon düşünün giriş, gelişme ve sonuç bölümü… Âyinde ise giriş, gelişme ve sonuç bölümünden hariç bir de genişleme bölümü ile sonuç bölümünü yaparken hem insicâmın bozulmaması, hem de müzikal anlamda genişliğin ve zenginliğin sağlanması, tekrara düşülmemesi gerekiyor. Âyini özel hale getiren unsurlardan bir tanesi de işte bu güfte genişliği ve tekrara düşmemedir.

Diğer taraftan prozodik (nağme-güfte uyumu) açıdan hataya mahal kalmayacak şekilde güftenin esere yerleştirilmesi gerekiyor. Zaten kişi usûle vakıfsa, hangi usûlü kullanmışsa güfteyi seçerken de veznine dikkat etmesi gerekiyor. Güfte iyi seçilmiş olsa bile usûl farklı kullanılacaksa, mefûlü mefâilü mefâilü feûlün alınmışsa ve bu devri revâna uydurulacaksa, o nağme yerleştirilirken fazla zorlama yapılmaması gerekiyor. Âyin çok girift bir eser olmakla beraber bestesi de çok sade kolay anlaşılır ve dinlenilir olması gerekiyor. O karmaşa içerisinde icra edilen eser insanlara basit ve hoş gelmeli, huzur vermeli… Öyle âyinler geçiyoruz ki zaman zaman güfteyi yerleştirirken çok zorlanıyoruz. Sanat endişesi ile yapılmamalı âyinler, ama vurucu olmalı. Sanat tabii ki olacak ama sanat endişesi ile zorlamalar olmamalı… Okuyaması

Yayınlandığı Kaynak : 2007-08-24
Yayınlandığı Dergi :
Sanal Dergi :
Makale Linki :
Otel Tekstili antalya escort sakarya escort mersin escort gaziantep escort diyarbakir escort manisa escort bursa escort kayseri escort tekirdağ escort ankara escort adana escort ad?yaman escort afyon escort> ağrı escort ayd?n escort balıkesir escort çanakkale escort çorum escort denizli escort elaz?? escort erzurum escort eskişehir escort hatay escort istanbul escort izmir escort kocaeli escort konya escort kütahya escort malatya escort mardin escort muğla escort ordu escort samsun escort sivas escort tokat escort trabzon escort urfa escort van escort zonguldak escort batman escort şırnak escort osmaniye escort giresun escort ?sparta escort aksaray escort yozgat escort edirne escort düzce escort kastamonu escort uşak escort niğde escort rize escort amasya escort bolu escort alanya escort buca escort bornova escort izmit escort gebze escort fethiye escort bodrum escort manavgat escort alsancak escort kızılay escort eryaman escort sincan escort çorlu escort adana escort