Yazar Adı : | İlim Dalı : Tasavvuf |
Konusu : | Dili : Türkçe |
Özelliği : | Makale Türü : Müstakil |
Ekleyen : Nurgül Çepni/2009-06-30 | Güncelleyen : /0000-00-00 |
Bir Şeyh Efendi'nin Meşrûtiyet ve Cumhuriyet'e Bakışı
Adına ister inkılâb, ihtilâl, ister evrim, devrim, isterse yeniden yapılanma densin değişim insan topluluklarının temel özelliklerinden biridir. Bazı toplumlar bu değişim safhasını az zayiatla yeni bir hamle psikolojisini yakalayarak yaşamış, kimi mîlletler de "kaş yaparken göz çıkarmış"tır. Yeni hayat, yeni yol ve yeni düzenin getirdiği tartışmalar bazen orta(k) yolun bulunmasına zemin hazırlamış, bazen da toplumdaki farklılıkları "uçurum" hâline getirerek yolların giderek birbirinden uzaklaşmasına, toplumdaki gerginliklerin çoğalmasına sebep teşkil etmiştir. Değişim rüzgârları bazen mazi ile istikbal arasındaki "uzun ince" yolu açmış, bazen de maziye takılıp kalarak kavga ateşlerini yaygı ulaştırmıştır.
Değişim rüzgârları açısından yakın tarihimize bakıldığında Tanzimat, meşrûtiyet ve cumhuriyet şeklinde özetlenen meşhur üçlü tasnif hemen akla gelmektedir.
Bu dalgalanmalar siyasîler kadar fikir ve sanat adamlarını da yakından ilgilendirmektedir. Çünkü fikir ve sanat adamlarının bir kısmı değişimden önce ve sonra konuya "müdahil" olmakta, fikir ve kalemleriyle tavırlarım ortaya koymakta, memnuniyet veya memnuniyetsizliklerini seslendirmektedirler. Onların bize ulaşan eserlerinin yardımıyla da bu "değişimi" tarafların ifadeleriyle daha kolay anlayabilmekte, tahlil ve tenkit edebilmekteyiz.
Bu yazıda II. Meşrûtiyet ve Cumhuriyeti yakından tanıyan âlim-şâir bir tekke şeyhinin şahitliğine başvurularak mısralarından, satır ve satır aralarından bulunduğu yer ve yaşadığı olaylara bakış açısı tespit edilmeye çalışılacaktır.
1925'te tekke şeyhi olan bir Osmanlı aydım medreselerin kapanması ve halifeliğin kaldırılmasından sonra tekkeleri de kapatan bir iradeye nasıl bakmıştır?
Muhalefet ortaya koymuş, koyabilmiş midir? Muhalefetinde hangi üslûbu tercih etmiştir? Tekkelerin ıslâhı ile ilgili 1925 öncesi yazdıklarıyla 1925 sonrası kaleme aldıkları farklı mıdır? O günden bugüne değişen bir şey var mıdır? Görüşlerinde-ki farklılıklar, başkalaşımlar sun’î midir, tabiî midir, takiyye midir, strateji midir? Bu somlara cevap aranacaktır.
Şahitliğine başvurulacak kişi Yâdigâr-ı Şemsînin yazarı Mehmed Şemseddin Efendi'dir. Konuşturacağımız eserleri ise yazma hâlinde kütüphanemizde mevcuttur.
1283/1867 yılında Bursa'da doğan, babasının memuriyetleri sebebiyle Aydın, İzmir ve Mihaliç'te bulunan, 1297/1879'da Mihaliç Rüştiyesinden birincilikle mezun olan Mehmed Şemseddin'in ilk hocası babası İsmail Nazif Efendi'dir (Öl. 1305/1888). Babasının vefatından sonra Atinalı Ali Rıza Efendi Dergâhı şeyhi Mustafa Lütfullah Efendi'nin (öl. 1321/1903) yanında seyr u sülûkünü tamamla¬yarak Mısri dergahına 1310/1892 tarihinde postnişin olmuştur,
1925 yılına kadar Mısri dergâhının şeyhliğini yürüten Mehmed Şemseddin Efendi bu tarihten sonra da imam-hatiplik yanında özellikle Bursa ile ilgili araştırma ve incelemelerine devam etmiş ve 9 Teşrinievvel 1936 tarihinde tedavi için bulunduğu İstanbul'da vefat etmiş, Merkez Efendi mezarlığında defnedîlmiştir.
Poetikası
Bursa'nın kültür ve medeniyet tarihi ile ilgili "vazgeçilmez" eserler kaleme alan Mehmed Şemseddin Ulusoy'un kaydedilmesi gereken Özelliklerinden biride şairliğidir.'
Önce onun poetikasını tespit etmek için şiirlerini ihtiva eden "Güftâr-ı Şem-suddin" adlı eserinin önsözündeki ifadelerini okuyalım:
"Fahir'in tab'ında maderzâd olarak şi're istidat var imiş. Ne çare ki bir üstada hidmel edemediğimden bu istidat kuvvede kalmış. Maamafif gençlik münasebetiyle arasım vezni yok manasız sözler de söylüyor idim. Cide gide hanedân-t ebl-i Beyt-i Rasulüllaha olan mahabbet saikası ve mutasavvıfın in âsâr-ı kalemiyesinden olan kitabların mütalaası münasebetiyle bazı şeyler söyledim. Gerçi bu enzâr-ı âmmeye çıkacak bir şey değildir. Fakat "kuzguna yavrusu güzel görünür" dedik/eri gibi fakir de bunları zayi' etmeyerek bilâhare evlâd ve abfâd ve ihvan beyninde mucib-i tahattur olur diye ceme mübaşeret etdim. Bunlarda sanâyi-i şi'riyye aramak zengin mazmunlar tasavvur etmek beyhudedir. Kusurumu evvelce itiraf etdim. Mazur görenler kemâlini, itiraz edenler cehlini ilân etmiş olurlar. Zira muterizden evvel kendi bizaasızlığıma kendim mukırrim. Buna da diğer âsâr-ı âcizânem gibi kafiyesi uygun gelsin diye"Güftâr-ı Şemsi" dedim."
Tevfik Allah’dan, lütuf Rasülüllah'dan, kerem âl-i abadan, himmet hazerât-ı
pîrândandır.
Huz mâ safa da' mâ keder
24 Rebiulevvel 1335 (1916)
el-fakir Mehmed Şemseddin Mısrî
Güftâr-ı Şemsuddinin ilk mısraları şöyle;
Allah adiyle idüb Divan ima ben ihtida
Allah adiyle bulur hersey kemâli mutlaka
İsm-i Zâtın feyzime elbet sehehdir şüphesiz
İstiâne eylerim senden Hu daya daima
Âcizim abd-i günahkâr rû-siyahtm rû-siyah
Rahmetin deryasına yokdur İlahî, intiha
Ümmeti oldum habibinin senin lütfunla ben
Hürmetine kılma rüsva ey kerim-i kibriyâ
Gerçi isyanım kesirdir yok yüzüm arzetmeye
Eylemem kat'ı ümid sensin rahim-i zü'l-'ata
Eyle Divan im kahul-i ammeye mazhar benim
Müstefid eyle okuyan kullannı ey Hüdâ
Şemsi-i Mısrî kulundur bende-i âl-i abâ
Etme red bâb-ı keremden hürmet-i âl-i abâ
17 Rebiulevvel 1335 (1916)
Divan'da na't-ı şerif, medhiye-i eimme-i isnâ aşer, medhiye-i seyyideti'n-ni-sâ, medhiye-i şâh-ı velayet, medhiye-i cenâb-ı İmam Hasan, medh-i âl-i abâ, medh-i ehl-i beyt, mersiye-i imam-ı mazlum,., başlıklı şiirierin yanında Niyazi-i Mısrî başta olmak üzere pek çok sufî şairin manzumesi tahmis edilmiştir. Terkib-i bend, Terci-i bend, Gadiriye, istimdâd, Mi'râciye, Nevrûziye, Etvâr- seb'a gibi şiirlerin yanında doğum, ölüm ve değişik olaylara düşülen manzum tarihler de divana ayrı bir renk katmaktadır.
Tasavvufi terimleri açıklayan, onları ayet ve hadislerle irtibatlandırarak anlatan, bazen Nesâyıh bazen Mine't-tasavvuf başlığı taşıyan şiirleri de vardır,
Padişahım Yüzbin Yaşa
Tâlib-i irfana talim eylemekdir maksadım Onun içün söyledim eş'âr eş'âr üstüne diyen Mısrî, Sultan Mehmed Reşad'ın tahta geçişini anlatan şiiriyle o günkü siya-sî-idarî meselelere bakış tarzını ele vermekte, vatan, millet, ordu, Meşrûtiyet Partisi, istibdat gibi "yeni" kelimeleri kullanmaktadır.
Tarih-i cülûs-ı Sultan Mehmed Reşad Han İbn Sultan Abdülmecid Han
Devr-i istibdad mahv itmekte idi bu milleti
Hizb-i meşrûtiyet ile çok şükür olduk rehâ
Lütf-ı Hak’la geldi ordu buldu millet de reşâd
Gitti gam rûy-ı vatandan oldu her yer pür safa
Bak (zuhûr-t seyfullah) ayrıca bir tarih olur
Orduya elbet zahirdir enbiyâ vü evliya
İşte tarih-i cülûs-i Han Mehmed Hâmis'in
An samimi'l-kalb olmuştur zuhuru da bi riya
Cümle dervişân ile Şemsî ider böyle dua
Padişahım milletinle dâim ol yüzbin yaşa = 1327
I. ve II. Meşrûtiyet dönemlerini yaşayan Osmanlı ulema ve meşâyıhının büyük bir bölümü 1908'den sonra Abdülhamid'e lânet yağdırmış, İttihad ve Tera-ki'ye alkış tutmuştur. Bu gazel de o görüşü belgeleyen yüzlerce metinden bir tanesidir. Bu tavır ne kadar devam etti? Sükût-ı hayâl ne zaman başladı?
Bu beyitlerin yazarı 1919'da yazdığı bir yazıda "Hizb-i meşrûtiyetin kurmayları için şu soruyu soruyordu: "Camilerden esâmi-i ciharyârı kaldırıp Enver'in, Câvid'in, Talat'ın isimlerini asmaya, diğerlerini tahkire sebep nedir?" (s. 101.) Mekke ve Peygamber'e alternatif arayan zihniyet Selanik için "kâbe-i hürriyet", Midhat Paşa için "peygamber-î hürriyet" tabirini kullananlar için 1919'dakî değerlendirmesi de şöyledir: "Hâlbuki arası çok geçmedi kâbe-i hürriyetleri elden gitti. Pek büyük gördükleri şahsiyetler -ki milleti, akvâm-ı İslâmiyyeyi birbirine düşman ettiler- mahvoldular." (s. 103)
Cumhuriyetle Birlikte
Cumhuriyet ilân edildiğinde Büyük Millet Meclisi'nde tasavvufi hayat, tekkeler ve zaviyelerin aleyhinde bir tavır yoktu. Hatta 1924'de Şer'iyye ve Evkaf Vekaleti lağvedilip Diyanet İşleri Riyaseti kurulduğunda cami ve mescidlerle birlikte tekke ve zaviyelerin yönetimi de bu kuruluşa devredilmişti.
Mısrî'nin 1339 (1923) tarihli şiirlerinde bu rahatlığı bulmak mümkündür. O insanları Allah'a, Rasulüllah'a ve dergâha davete (.s. 104) devam ediyordu.
Zuhur-ı Hak'dan iken beyim, niçin Allah 'a gelmezsin
Bütün ihsana muhtaçken Rasulüliah'a gelmezsin
Saraya din hah-ı ilim fabr-t âlem olmuşdur
Cemi ârifânın mercii ol şaha gelmezsin
Melâik müctemi olmuş, zikir meclisleri dolmuş
Seni Hak zâkir olmuşken niçin dergâha gelmezsin
Delilsiz cennete girmez denilmiş bu muhakkakdır
İradet eyleyip bab-ı veliyyullaha gelmezsin
Nedir bu bâb-ı gafletle geçirmek ömrünü daim
Uyanıp nefsine vâkıf olup agâha gelmezsin
Sırat-ı müstakim âl-i Rasulün mesleği ancak
Tarîk-i nâ-savâbı terk edip şabrâba gelmezsin
Bilenler sim tevhidi ederHakk'a özün teslim
Bilirken Şemsi-i Mısri ne eyvallaha gelmezsin
Aynı yıl kaleme alınan şiirlerden bazı beyitler aktararak kendisi ve dönemiyle ilgili şahitliğini dinlemeye devam edelim:
Hânedân-ı Mustafa'ya muttasıl bir mürşidin
Tut elinden can u dilden nutkunu et istima'
Din u mezheb hem tarikat meslek-i âl-i abâ
İntisâb eyle hulûsla etme zinhar imtina
Bâtılı âtııt etmez hiç tarikatlar kabul
Etmeyen seyr u sülûka ittiba, bulmaz emel
Evliyaullahı tahkir eyleyen dinsizleri
Mahveder Mevlây-ı Kadir hüccetin izhâr eder
Evliya meydanına bâdim edip Allah seni
Şükrünü eyle eda kim pek büyüktür bu şeref
Eyle rahdis, böyle nimetler sana vermiş
Hüda Hakipây-i ehl-i beytsin bende-i şâh-ı Necef
Pir-i Mısri çakerisin asitanın hadimi
Hüsn-i hizmet eyle Şemsî, olasın bayru'l-halef
Şeklim tebdil eder m e'kel için mürşid olur
Âl-i Süfyan'a tarafdar sözleridir hep güzâf
Şemsi-i Mısrî mukallid suretlerden sakın
Ehl-i beytin mesleğinden etme asla inhiraf
Gelin ey dennşler gelin mâsivâyı kalbden silin
Tefekkürle Hakk'ı bilin âşıkane Allah deyin.
Şimdi Şemsuddin Efendi'nin tekke ve zaviyelerle ilgili kanaatlerini, çalışma tarzları ile alakalı tespitlerini, şeyhlerin atanmasıyle ilgili tekliflerini dinleyelim. Bilindiği gibi tekkelerde şeyh efendi "merkez" şahsiyet olduğu için onun yetişmesi ve atanması önem arzetmektedir. İstanbul'da şeyhülislâmlığa bağlı olarak kurulan Meclis-i meşâyıh teşkilatının taşradaki uzantısı Encümen-i meşâyıh adıyla müftinin başkanlığında iki tekke şeyhinden oluşuyordu. Yazarımız bu sistemin aksayan yönlerini dikkate alarak yeni bir teklif getirmektedir. Bundan daha dikkat çekici olan tespiti ise 1924'de medreselerin kapanmasıyla açıkta kalan müderrislerin bir "yolunu bularak" tekkelere şeyh olarak atanmalarını temin etmek için gösterdikleri gayretlerdir.
Tekâyâ
"Din hikmettir. Hikmet de iki kısma mûnkasimdir. Hikmet ilmiye-i nazariyeyi, tarik-i ilmiye erbabı, hikmet-i hâliye-i ilmiyeyi tarik-i aliyye-i sûfiye ashabı kabul etmişlerdir.
Turuk-ı aliyyenin mebnası tehzib-i ahlâk, tezkiye-i nefs, tasfıye-i kalb, tahli-ye-i ruhdur. Bu ise senelerce maddî-manevi bir çok sa'yin ve mücahedenin neticesidir. İnsan hasedin, kibrin vesair ahlak-ı zemimenin fena olduğunu bildiği hâlde terk edemez. Bundan geçmek usûl-i tarikle mücahedeye sülûke muhtaçtır.
Birkaç sene mukaddem meşâyıh, turuk-ı aliyyenin bir dergâha hîn-i tayininde, iktidarı anlaşılmak üzere imtihanın icrası behemahâl Halebî'den on satır ibareye hareke koymak, mana vermek esası kabul edilmiş. Gerçi Arapça bilmek sair lisana âşinâ olmak bir meziyettir. Fena değil ise de tarikat-i aliyyenin esasını teşkil etmez. Mârrü'l-arz tarikat-i aliyye hikmet-i ameliyeyi kabul ettığinderı birinci derecede ehl-i hâl olmak hüsn-i ahlâk sahibi bulunmaktır. Hâlbuki medreselerin ilgasından sonra müderrislerin, bocaların bir kısmı hiç de alâkadar olmadığı hâlde belki aleyhdar iken "tebdilü'ş-şekl li ecli'l-ekl" kabilinden varidatı ve süknast mamur olan tekyelere talip olarak "cihad nizam-name'sinin bu maddesinden istifade ederek berây-ı hatır şundan bundan tedarik ettikleri icazet ile tekyeleri uhdelerine tevcih ettirerek istikballerini ve avam-pesendâne muamelelerle halkı bi’l-iğfal maişetlerini bu suretle temin etmektedirler. Hâlbuki o tarikin usul ve füru' etvar-ı esfarını meratib-i maneviyedeki halatını tabir ve teslikini katiyyen bilmedikleri gibi zahiren olsun şart-ı vâkıf dahi icra ve it'am-ı fukara usûlü ifa edilmemektedir.
Muamele-i tevcihiyye evvelce müntehab iki şeyh ile müftinin taht-ı riyasetinde ictima eden encümende icra olunurken bu kerre "Cihet Komisyonu"na ilhak ettirilerek kendi arzuları veçhile muamele-i tevcihiyyeyi icra etmektedirler. Yine muavenet izhariyle senelerce sa'y u gayret ile mensub olduğu tarikin âdâb ve erkanına vukuf basıl etmiş, mübezzeb, müeddeb ebt-i hâl zevat "Arapça bilmiyor" diye mahrum bırakılmakta, biraz lisan-ı Arab'a vukuf peyda eden hocalar matma-ı nazarda olan dergâhlara tayin olunmaktadırlar. Hâlbuki bulunduğumuz memleket Türkiye'dir, lisanımız Türkçe'dir. Halk zarurât-ı di-niyyesini Türkçe öğrenmiş, usûl-i tarikatını Türkçe bellemiş, gelecek dervişân da tabiî Türk olduklarından onlara da Türkçe talim edilecektir. İlm-i hâl öğretilecekdir. Arapça âlet dersleri okutacak değillerdir.
Muhtaç olunan ilm-i din ve saire Türkçe'ye tercüme edilmiştir. Esnay-ı salat da "fe'kraû mâ teyessera mine'l-Kur'ân" mefhumunca namazda okuyacak kadar Kuran-ı Kerim'i öğren