Hit (4146) M-216

Kiliseyi İslam İle Diyalog İstemeğe Sevk Eden Sebepler

Yazar Adı : İlim Dalı : Kelam
Konusu : Dili : Türkçe
Özelliği : Makale Türü : Müstakil
Ekleyen : Nurgül Çepni/2009-07-04 Güncelleyen : /0000-00-00

Kiliseyi İslâm İle Diyalog İstemeğe Sevk Eden Sebepler


İslâm, dünyanın görmüş olduğu en büyük ökümenik bir çağrıdır. Onun bu çağrısını en özlü bir şekilde ilan eden ayetlerden biri şudur:
"Ey Resulüm de ki: "Ey Ehl-i Kitap! Gelin, bizimle sizin aramızda müşterek olacak bir sözde birleşelim. Yani Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah'tan başka kimimiz kimimizi rab edinmesin. Şayet bundan yüz çevirirlerse deyin ki: "Şahit olun ki biz Allah'a itaat eden müslümanlarız" (Al-i İmran, 3/64). Hıristiyanlık başlangıçtan beri bu diyalogdan kaçındı.
Hıristiyanlık Kur'an'ın 9. hicri yılda indirilen mübahele ayeti (Al-i İmran, 3/61) ile onun Hz. Peygamber (a.s.v.) tarafından tatbiki ile noktalanmış bulunan ökümenik çağrısına, işin başından beri fikir planında cevap vermedi. Varlığını koruma imkanını, fırsat buldukça maddi kuvvet kullanmakta gördü. Bununla da yetinmedi, Batı ortaçağının az çok kapalı bir hayat yaşayan ahalisini İslâm'dan nefret ettirmek gayesiyle, onun ve tebliğcisi Hz. Peygamberin aleyhinde sayısız iftiralar uydurdu. İslâm'ın insanların akıllarını ve kalplerini fethetmesi, eskiden Hıristiyanlığın yaygın olduğu birçok ülkenin İslâm yurdu haline gelmesi, hatta kendi kutsal mekanında (Filistin'de) dahi tutunamayıp İslâm'a teslim etmesi, bilhassa papazları akıl tavrının dışına çıkarıyordu (1). Ortaçağda kilisenin, İslâm ve müslümanlar hakkında tamamen menfi davranmasının sebebi, Kilisenin kendisini emniyette hissetmemesi idi (2).
Hıristiyanlık ondört yüzyıllık tutumunu değiştirerek II. Vatikan konsilindeki beyanı ile müslümanlara diyalog çağrısında bulununca, bu durum tabiatıyla şaşkınlığa yol açtı. 1962-1965 yılları arasında, dünyanın hemen her ülkesinden gelmiş bulunan Katolik Kilisesi'nin en yetkili şahsiyetlerinden iki bine yakın delege piskoposun iştirakiyle toplanan bu konsilin esas meselesi, 20. asrın sonlarında Hıristiyanlıktan oldukça uzaklaşmış bulunan Hıristiyan alemini, yeniden Hıristiyanlaştırma çarelerini arama olmuştur. Bunun için hıristiyanlık kendi kendisini yeniden gözden geçirmiş ve belki de tarihindeki en mühim birkaç değişiklikten birini gerçekleştirmiştir. Alınan kararların, tatbikatta ancak kısmen alınan neticeleri üzerinde değerlendirmede bulunmak ayrı bir konudur.
Konsilin birinci döneminden sonra, konsili toplayan Papa XXIII. Jean'ın ölümü üzerine Papa VI. Paul'ün, Hıristiyanlığın kutsal mekanı Filistin'e yaptığı ziyaret de, "muhtemelen" Hıristiyanlığın uzun tarihi boyunca yüklenmiş olduğu bir takım haksızlıklardan ve hurafelerden, öz kaynağına dönme iradesini sembolize etmek gayesiyle yapılmıştı. Bu ziyaret Katolik Kilisesi'nin tarihi tutumunu mahkum etmek manasına gelmektedir. Halefi VI. Paul gibi, konsili toplayan XXIII. Jean'a hakim olan fikir, Hıristiyanlıkta ciddî bir yenilik yapmak şeklinde özetlenebilir.
Papa VI. Paul, II. Vatikan Konsili'nin ikinci dönemini açış konuşmasında 28 Eylül 1963'de şöyle diyordu: "Diğer taraftan Katolik Kilisesi daha uzaklara, Hıristiyanlık ufkunun da ötesine bakıyor. (...) Tek, Müteâl, Yaratıcı ve Kaderlere hükmedici, hikmetli Tanrı mefhum ve manasını muhafaza eden diğer dinlere yöneliyor. O dinler, Tanrıya dindarane, samimi fiillerle ibadet ediyorlar. "Papa müteakiben bu dinlerde hatalar, noksanlar ve yetersizlikler de bulunmakla birlikte, Katolik Kilisesi'nin onlarda mevcut iyi, doğru ve beşerî olan tarafları takdir ettiğini belirterek, tabiatıyla o dinleri olduğu gibi benimsemediğini de ifade ettikten sonra şöyle devam ediyordu: "Kilise onlara tekrar eder ki, modern toplumda dinin manasına ve Tanrıya kulluğu ki gerçek medeniyetin bir mecburiyeti ve ihtiyacıdır. Kurtarmak için, bizzat kilise, insanlar üzerindeki Tanrı haklarının en kararlı müdafii olarak yer alacaktır" (3).
Netice itibariyle konsilde kabul edilen ve "Gayr-ı Hıristiyan dinlerle kilisenin münasebetleri hakkında beyanname'' adını taşıyan metinde, diğer dinlerle diyalog konusunda şöyle denilmektedir: "İyice küçülmüş ve münasebetlerin sıklaşmış bulunduğu dünyamızın insanları, kalpleri alt üst eden beşerî fıtrattaki gizli muammalara, dinlerden cevap bekliyor: İnsan nedir? Hayatın manası ve gayesi nedir? İyi ve sevap nedir, günah nedir? Elemin menşei ve gayesi nedir? Gerçek saadete ulaşmanın yolu nedir? Ölüm nedir, ölümden sonraki hüküm ve işlerin karşılığını almanın anlamı nedir? Varlığımızı başından ve sonundan kuşatan sır nedir?" Dinlerin, kendilerine göre bu sorulara cevaplar vermeye çalıştıklarını, Kilisenin bu dinlerde mevcut değerleri bir tarafa atmadığını bildirdikten sonra; Konsil şu ifadesiyle Hıristiyanları, öteki dinlerin mensupları ile diyaloğa teşvik ediyor: Kilise, evlatlarını, hiristiyanca inanıp yaşamakla birlikte ihtiyat ve şefkatle, diyalog ve işbirliği ile, diğer dinleri izleyenleri tanımaya, himaye etmeye, o insanlarda bulunan rûhî, ahlâkî ve sosyokültürel değerleri geliştirmeye teşvik eder"(4). Bundan sonra Papa VI. Paul tarafından 1964 Mayısında "Gayr-ı Hıristiyanlara Mahsus Daire Başkanlığı "kurulmuştur.
İslâmla diyalog arzusunun gerek Konsil metninin bizzat tasrih ettiği, gerekse çeşitli temayüllere mensup şahıslar tarafından tahmin olunan muhtemel sebeplerini izaha geçmeden önce, Konsili diğer dinlerden bahsetmeye götüren en mühim sebep hakkında bilgi arzedelim.
İkinci dünya harbi sırasında İstanbul piskoposu bulunan Mgr. Roncalli, daha sonra 1955'de XXIII. Jean lakabıyla papalığa seçilmişti. Mgr. Roncalli'nin harp sırasında yahudiler lehinde gayret göstermiş olduğu söylenmektedir. Dünya Yahudi Teşkilatı Başkanı Prof. Jules İsac 18 Ocak 1960'da, teşekkürlerini sunmak üzere ondan randevu istedi. 17 Ekim 1960'da mezkur teşkilatı temsil eden bir hey'eti Papa kabul etti. Daha sonra XXIII. Jean, yahudiler hakkında bir kararname hazırlanmasını istedi. Irken Alman olan Kardinal Bea'yı, sekretaryası ile birlikte bu işe vazifelendirdi. Kardinalin hazırladığı taslak, 1962 Mayısında "merkezî komisyon"a sunuldu. Asıl metni bilinmeyen bu kararnamenin hazırlanmasında Dünya Yahudi Teşkilatı'nın tesirinde kalındığı söylendi ve teşebbüs, bazı ülkeler tarafından politik olarak değerlendirildi (5).
"Gayr-ı Hıristiyan dinlerle Kilisenin münasebetleri hakkında beyanname"de, yahudilerin ehemmiyetini bildiren St. Paul'ün sözleri nakledilir. Kitab-ı Mukaddes ve dînî incelemelerden ve kardeşçe diyalogdan çıkacak karşılıklı anlayış ve takdir içine girmeye hem hıristiyanlar, hem de yahudiler teşvik edilir. (Hz. İsa'nın öldürülmesini teşvik eden bazı yahudiler olmuş olmakla birlikte, onun başına gelenlerden o zamanki yahudilerin tamamının sorumlu olmadıkları gibi, şimdikilerin ise hiçbir surette sorumlu "Tanrıyı" öldürme ise suçlu görülegelmişler, bundan dolayı devamlı olarak yapılan bedduaya (perfidie) maruz kalmışlardır). Yahudilerin lânetli sayılmamaları gerektiği bildirilir. Kim tarafından yapılırsa yapılsın antisemitizmin teessüfe layık olduğu ifade edilir (6).
Bazı müslüman ülkeler, bu açıklamanın gayr-ı meşrû İsrail devletini tanımak manasına geldiğini ileri sürdüler. Vl. Paul'ün 1963 Aralık ayında Kudüs ve Amman'ı ziyareti sırasında yardımcısı durumunda olan kardinal Tisseront da, nazizm kurbanı oldukları söylenen altı milyon yahudinin hatırasına altı mum yakmıştı (7). İkinci dünya harbi sırasındaki Papa XII. Pie'nin yahudilere yapılan zulüm karşısında sustuğu iddiasının yersiz olduğu VI. Paul tarafından öne sürüldü. Kanaatimizce, II. Vatikan Konsili'nde, yahudiler lehine beyanat çıkmasında, Kilisenin yahudilere karşı duyduğu eziklik hissinin payı büyüktür. (Hata devam etmekte olan güçlü Siyonist propagandasının da bu eziklik hissinin meydana gelmesinde elbette tesiri olmuştur), Gerçi Vatikan yetkilileri müteaddit defalar, konsil metnindeki ifadenin İsrail devletini tanımak veya desteklemek gibi siyâsî bir karar niteliğinde olmadığını açıklamışlardır. Fakat doğrudan doğruya olmasa bile, neticeleri itibariyle bu kararın İsrail'in işine yarayacağı (ve yaradığı), en azından hıristiyan ülkelerin ve şahsiyetlerin İsrail hakkında daha iyimser olmalarına yol açacağı (ve yol açtığı) meydandadır. Kilise, yahudilere karşı tarihî tutumunu değiştirirken, benzeri bir anlayışın müslümanlar hakkında da ifade edilmesi bazı arap delegeler ile müslüman ülkelerde vazife yapan delegeler tarafından tabiatıyla dile getirilmiştir. Konsilin müslümanlarla ilgili beyanda bulunmasında bu durumun elbette tesiri vardır. Fakat kanaatimizce, Kilisenin müslümanlar ile diyalog arzusu, sırf böyle ârızî bir halden ileri gelmemekte, bunun yanında başka âmillerden de kaynaklanmaktadır. Gelecek mütalaalarda, bu âmiller tesbit veya tahmin edilmeye çalışılacaktır. Önce bizzat hıristiyanların açıkça bildirdikleri bazı gayelerden başlayalım.


1- Kilise, varlığını sürdürebilmek için dünyaya açılmanın kaçınılmaz bir mecburiyet olduğunu düşünmektedir. Bu telakkiye göre, kendi içine kapanmak, dünyadan kendi kendisini silmek ile aynı manaya gelmektedir. Hıristiyanlığa göre, Hz. İsa insanların kalplerine nasıl baktı ise onun müntesiplerinin de, beraber yaşadıkları insanları tanımaları, onlarla konuşmaya girmeleri gerekir; ta ki samimi ve sabırlı bir diyalog neticesinde, bütün insanlara Tanrının ne kadar zenginlik ve nimetler bahşettiği meydana çıksın. İncil'in bir cümlesinde Kilise hakkında "yeryüzünün tuzu" denilmektedir. Son birkaç asırda Kilise, yeryüzünün tuzu olmaktan ziyade, güzelliği methedilen bir tuzluk durumunda kalmıştır. Hıristiyanlar düşünmelidir ki çorba tuzluğa boşaltılmaz, fakat tuzluk çorbaya boşaltılır (8). Yani Hıristiyanlık, diyalogla kendisini dünyanın her tarafına tanıtmalıdır.
Halbuki Hıristiyanlığın yayılması bir tarafa, kendi öz diyarlarında bile, sayılamayacak kadar çok insan nezdinde cazibesini kaybetmekte, onlar indinde manasızlaşmakta ve terkedilmektedir. Yaşadığımız asrın ilk yarısı dünyanın yüzünü değiştiren iki büyük dünya harbi ve birçok ihtilallerle hususiyet kazanmıştır. Rusya'daki ve Çin'deki ihtilaller, bütün dini inançlar, fakat bilhassa Hıristiyanlık için ıstıraplı bir tecrübe olmuştur. Zira bunlar, Hıristiyanlığın ferdi ve içtimai planda yetersizliği neticesinde gerçekleştirilmişlerdir. Din aleyhtarı şiddetli bir propaganda ile ortaya çıkan komünist ihtilalleri, Kilise'nin temellerini tehlikeli bir surette sarstılar ve büyük kitlelerin dinden uzaklaşmalarını hızlandırdılar. Batının Hıristiyanlıktan uzaklaşması, sadece son 50-60 yılda görülen büyük değişikliklerin neticesi değildir. Bu uzaklaşma, daha ziyade rasyonalist düşüncenin, hür fikir (yani batı terminolojisinde dinsizlik) hareketlerinin, ilimdeki ilerlemenin, lâik ahlakın ve Batı toplumlarında refahın geliştiği 19. asırda başlamış (9) ve bugünkü noktaya gelmiştir. Son yıllarda komünizm, insan fıtratına karşı koyma işini daha fazla sürdüremeyip geçersizliğini ortaya koymuştur. Özellikle Doğu Avrupa ülkelerinde Hıristiyan hüviyetine hissedilir bir şekilde yönelme görülmektedir, Fakat bununla beraber, halk bir anormalliği bırakmakla normale dönmüyor, Allah'ı unutmanın bir başka şeklini yaşıyor. Cemaatsiz kalan Kiliseler, papaz adayı bulmakta çekilen sıkıntılar bunu göstermektedir.


2- Konsilin ikinci dönemini açış konuşmasında VI. Paul "modern toplumda dinin manasını ve Tanrıya kulluğu kurtarmak için" Kiliselerin, en kararlı bir din müdafii olarak çalışacağını söylemişti. Buna paralel olarak bazı katolik muhitlerde dini inancın her türlü tezahürünü ortadan kaldırmak isteyen mutlak inkar cereyanlarına karşı inananların, bilhassa tevhidin atası Hz. İbrahim (a.s.) gibi bir şahsiyeti otorite olarak kabulde ve tazimde birleşen Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlığın müşterek bir iman bloku temsil etmesi arzu edilmektedir. Zira yapılan tenkitler Uluhiyyet, nübüvvet, vahy, ahiret, melaike gibi her üç dinde de müşterek olan iman esaslarına gelmekte, aleyhte olmak hususunda bunlar arasında ayrım yapılmamaktadır.
Diyalog ile birbirlerine karşı ilgisiz, habersiz, soğuk ve bazan düşmanca davranan din mensuplarının birbirlerini oldukları gibi tanımaları, hatta bununla da kalmayarak ideallerinde olmayı arzu ettikleri şekilde birbirlerini tanımaları düşünülürken, bir yandan syncretisme (bağdaştırıcılık)tan, diğer yandan Hıristiyanlaştırma gayretlerinden uzak durulması gerektiği de vurgulanmaktadır. Gerçekten bu üç din mensupları yüzyıllar boyunca bir arada yaşadıkları halde, umumiyetle birbirlerinin dinlerine ve manevi hayatlarına yabancı kalmışlardır. Dini terimlerin tercüme edilmelerinin zorluğundan ileri gelen bir durum, bu yabancılıkta ve bilgisizlikte başlıca müessirlerden biridir. Hatta aynı arapça bir kelime müslüman ve hıristiyan araplarda çok farklı manalar ifade edebilmektedir (10). Diyalog ile lisan ve ifade engellerinin doğurduğu güçlükler azaltılabilirse, tarafların birbirlerini anlamaları daha kolay olur. (Mesela teslis müslümanlara göre uluhiyyeti üç kabul etmek manasına gelmektedir; halbuki hıristiyanlar tevhid ehli olduklarını da iddia etmektedirler.)
Müslüman, Hıristiyanın İslâm'ı tanıyışında kendisinin gerçek dini hüviyetini bulmalıdır, yani gerçek bir şekilde tanındığını tesbit etmeli, anlaşıldığından emin olmalıdır. Hıristiyan da, müslümanın hıristiyanlık hakkındaki bildiklerinde kendini bulmalıdır. Ama bunu yaparken sathi benzerliklere bakarak, acele verilmiş hükümlerden sakınmak gerekir, Hıristiyanın Kur'an'ı, hıristiyanca okuyup anlamaktan kaçınması gerektiği gibi, müslümanın da Kitab-ı Mukaddesi istediği tarzda okuyup mana vermekten kaçınması gerekir (11).
Hülasa edecek olursak, bu telakkiye göre, semavî dinlerin hepsine birden hücum eden ve onların hepsini insanları bölmek, birbirine düşürmekle ittiham eden materyalizme karşı, hem müşterek olması lazım gelen inanç esaslarını müdafaada hem de insan cemiyetleri için dinin yapıcı, müsbet ve gerekli bir unsur olduğunu isbat etmekte, -hiç değilse ortak düşmanın darbeleriyle- işbirliği ve anlayış havasına girmek arzu edilmektedir.
Bu işbirliği arzusu ilk nazarda makul gelebilir, bazan istifadeli de olabilir. Fakat iyice düşünülürse, bunda ciddi güçlüklerin de ortaya çıkacağı aşikârdır. Bu dinler, karşılıklı olarak birbirlerini sapık, uhrevi necattan mahrum, yani cehennemlik görmektedir. Bunlardan hiçbiri, karşısındaki insan, bir dalâlete gitmesin diye öbür dalâlette kalmasını teşvik edemez. Bir de şöyle bir durum olabilir: Bir adam mesela Kilisenin bazı tutumlarından dolayı, yahut hıristiyanlıktaki prensipleri yetersiz bulduğundan dolayı onu terkedip dinsizliğe gidebilir; fakat aynı şahıs İslâm'ı tatminkâr bulup imana girebilir. Demek istiyoruz ki her dinin, imansızlığı izale metodu kendine has olabilir. Müşterek cephe teşkil etmeleri tatbikatta zor olduğu gibi, her zaman için matlub da olmayabilir.

 

3- Bu müşterek blok teşkilinden ziyade, bazı zatların diyalogdan bekledikleri katkı ihtimali daha çok anlaşılabilir görünmektedir. Müslümanlarla diyalogda syncretisme (bağdaştırıcılık)tan kaçınmakta ısrar etmekle beraber, karşı tarafın kendi dinî hayatına müsbet katkıda bulunabileceği söylenmektedir. Mesela L. Gardet yeni putperestliğin, Hıristiyanlığın dini inancı üzerindeki tesirlerini temizlemek üzere bir ameliye yapılması gerektiğine kânidir ve bu hususta müslümanlarda kuvvetli hissedilen tevhid manasından Hıristiyanlığın etkilenebileceğini düşünmektedir (12). L.Gardet, Olivier Lacombe'un da bunu mümkün gördüğünü söyleyerek ondan (kısmen nakledeceğimiz) şu pasajı iktibas eder:
"Hristiyanlıktan uzaklaşmış Avrupamızın, İslâm hayatının merkezinde olan mevzu üzerinde iyice düşünmesi ve aslâ inkâr etmemesi gereken bir hakikati yeniden öğrenmesi gerekmektedir. Gerçekten İslâm, sırf bu mücevheri saklamak için yapılmış bir mahfazadır" (13). O. Lacombe, İslâm'da aslî hüviyetiyle bulunan ilahî tenezzühün (transcendance) İncillerin ve Kilise'nin talimleri muhtevasına oturtulmak şartıyla, hıristiyanlar için faydalı olacağına inanır.
O. Lacombe'un bu değerlendirmesi, yani İslâmiyete sırf bir mücevher kutusu nazarıyla bakması, bazı müsteşrikler, bilhassa din adamı müsteşrikler tarafından da ekseriya paylaşılmaktadır. Bu değerlendirmenin yanlışlığını anlatmak uzun sürer, fakat tafsilatlı anlatılsa bile onların ikna edilmeleri çok müşkil görünüyor. İslâmiyetten feyz alarak marifetullah ve muhabbetullah'ın mertebelerinde ilerleyen ve kalbin, aklın, ruhun ve nefsin bütün özlemlerini tatmin eden gelmiş geçmiş yüz-binlerce müslümanm dinî hayatlarının, bu iddianın aksine delil olduğunu söylemekle yetinelim.
Hıristiyanların ise müslümanlara, mesela şöyle bir katkıda bulunabilecekleri R. Arnaldez tarafından ifade ediliyor: Müslüman dünyası bir medeniyet krizi geçirmektedir. Batıda yaygın materyalizm, onları da nüfuzu altına alabilir. Aynı krize daha önce maruz kalmış olan ve aşılanarak bağışıklık kazanmış bulunan Hıristiyan dünyası, siyasî ve apolojetik gayeden uzak, hasbî olarak, sempati ile müslümanlara yönelip, materyalizm bataklığına saplanmadan bu krizi atlatmalarına yardım edebilir (14). Ona göre Hıristiyanlık anticlericalisme ve atheisme hastalıkları sebebiyle aşılandığı halde, müslümanlar mikroplara karşı aşısızdır. Bu değerlendirmenin asrımızda yaşayan müslümanlar için pek isabetli olmadığını belirtmek gerekir. Son asırda çeşitli cereyanlara maruz kalmış bulunan Türkiye, Pakistan, Mısır, İran, Afganistan, Tunus, Cezayir, Türkistan gibi büyük İslâm ülkelerinin halkları arasında din canlılığını muhafaza etmekte, hatta gittikçe daha da artırmaktadır.
Paris'te İnstitut Catholique profesörlerinden Michel Lelong da 1975 Martındaki bir dersinde (Bu zat hıristiyan din adamı olacak olan talebelere "muasır müslüman toplumundaki temâyüller'' dersini vermekte idi. Yirmi yıldan fazla bir zaman Tunus'da kalmıştır. Peres blancs tarikatına mensup rahiplerdendir. Aynı zamanda Paris'teki "Müslümanlarla münasebetler dairesi müdürü" idi. Derslerine dinleyici olarak katılmak arzuma hayret ve sempati ile müsaade etmişti)." Mealen şöyle demişti: "Müslümanlar bize revelation (ilahi tecelli, vahy) anlayışında yeni şeyler keşfetmemize yardım edebilirler. Batı dünyasında Allah'ın yaratması hususunda çok tereddütler ortaya çıkmıştır. Keza "Batıda "ilim başka, din başka şeydir" zihniyeti yayılmıştır. Müslümanlar Yaratıcı, Tek, Kadir-i Mutlak Tanrı manasını çok iyi yaşadıklarından, hıristiyanlar onlardan etkilenebilirler."


4- Konsil metni olsun, yetkili hıristiyanlar olsun, açıkça söylemeseler de, -hatta bazan inkar da etseler- diyaloğun gayelerinden biri Hıristiyanlığı yaymaktır. Her dindar, mensup olduğu dini mutlak hakikat bildiğine ve bilmesi lazım geldiğine göre inancını yaymak istemesini tabii karşılamak gerekir. R. Arnaldez'in dediği gibi "Hıristiyanlar normal olarak misyonerdirler. Zira hıristiyan, başka insanlardan dolayı kendisini mes'ul bilir" (15). Bundan ötürü inançlarını yaymakla mükelleftirler, inancını yaymak istemekten dolayı hiç kimse kınanmamalıdır. Ancak, birçok misyonerin Hıristiyanlığı yaymak için dürüst olmayan usullere başvurmalarının çirkin olduğu ilan edilmelidir. Zaruri ihtiyaçların, yoksullukların, iktisadi sefaletlerin, kendi dinine dair cehaletlerin, hissî bağların istismar edilerek insanların hıristiyanlaştırılmaları elbette kınanır. Şunu demek istiyoruz: Hıristiyan misyonerlerinin dürüstlükten ayrılmaksızın, kendi dinlerini, inançlarını anlatmalarından, dinlerini bu şekilde yaymaya çalışmalarından müslümanların endişesi olamaz.
Diyalogla dini yaymak arasındaki münasebet hakkında Hermann Stieglecker (16) şöyle diyor: "Şimdiye kadar hıristiyanlar, İslâm'a hücum etmek yahut ona karşı kendilerini savunmak için kılıç çektiler. Çoktan beri kılıcı kınına koyduk ve müslümanları, Hıristiyanlığı sevdirmeye yönetmiş bir dini sevdirme gayreti sergiledik; fakat bu kılıcı ve kını imha etmek gerekir ve bizim, Hıristiyanlığı anlatma gayretlerimiz de tamamen gözden geçirilmelidir. Önce Efendimiz (Hz.İsa)nın bize bıraktığı silah olan sevgiye dönmeliyiz. Müslümanların kalplerine ulaşabilmemiz ancak bununla mümkün olacaktır. Şu halde İslâm dininin inançlarını derinlemesine bilmek ve müslümanın dinî psikolojisini kavramakla işe başlamak gerekir."
Öyle anlaşılıyor ki onun tavsiye ettiği bu metoda göre şiddet bırakılacağı gibi, antipatiye sebep olduğundan dolayı açıkça sevdirme gayreti de terkedilecek, görüşme yolu tutularak muhatabı dinlemek, tanımak, karşılıklı konuşmak merhalesinden sonra uzun vadede ona Hıristiyanlığı anlatmak gaye edinilecektir.
Resmî Hıristiyanlığın tutumunu aksettirdiğini kabul etmesek de, Hıristiyanlık adına konuştuğunu söyleyen J. Garrido -ki Batıda müslümanlar hakkında az çok sempati duyulmasına şiddetle karşı olduğunu, atıfta bulunacağımız kitabının her tarafı göstermektedir- şöyle diyor. "Müslümanlar, Hıristiyanların nazarında kafir bir millet olup İncil'in, St. Paul'ün, Kilise büyüklerinin ve hıristiyan geleneğinin talimleri uyarınca ihtida ettirilmeleri gerekmektedir. Onlar hakkındaki altın kaide şudur: "Müslümanları seviniz, zira onların kurtarılması gereken ruhları vardır. Ama onların gerçek dini tanımalarına mani olan İslâm'ı reddediniz. "Bu, günahkârları ve dalalette onları da sevmeyi tavsiye eden Hıristiyanlık prensibi icabıdır. Ama bu prensip aynı zamanda dalaletten ve günahtan nefret etmeyi ve onların kökünü kazımayı da emretmektedir" (17).


5- Bazıları ilk nazarda diyalog ile misyonu birbirine zıt zannetmektedirler. Onlar bu durumda misyonerliğin artık bırakılacağını düşünürler. Halbuki yeni misyonerlik telakkisine göre diyalog ile misyonerlik bazılarının sandığı gibi birbirine zıt değildir, bilakis karşılıklı olarak birbirlerini ihtiva ederler. Misyonerlik diyaloğu gerektirir, gerçek diyalog, zaten aynı zamanda Hıristiyanlığı yaymaktır (18).
Nitekim H.Maurier "İsa'ya ihtida ettirmek, diğer dinleri yıkmakla değil, kemâle erdirmekle olur, biz dînî değerleri geliştirmeliyiz" diyor. Aynı konuda J. Dournes "Gayr-ı hıristiyanlarda zaten Kilisenin tarih öncesi (bir mazisi) vardır. Onları Hıristiyanlığa kazanmak, kendilerine yabancı olan bir İsa’yı onlara götürmek veya başka yerde prefabrike olarak hazırlanmış bir Kiliseyi oraya monte etmek değildir" (19). Anlaşılan yeni misyonerliğe, H. Maurier'in dile getirdiği bu telakki hakim olmuş bulunuyor.
Şimdiki misyonerlerin çoğunun temayülüne göre dinleri, kitapların öğrettiği şekilde mücerret prensipler halinde düşünmemelidir. İşbaşındakilerin tecrübeleri, Avrupa’daki insanların nazariyelerinden farklıdır. İnsanların dinine hitap etmek yerine, o dinin insanlarına hitap etmek gerekir. İnsanların dinlerini, yaşadıkları hayatın dışında mütâlâa etmekte, onları hareketsiz saymak, dondurmak vardır. Bu durumda onların yaşayan realiteler oldukları, zamanla ve bir takım tebadüllerle ve şartlarla geliştikleri hemen unutulur. İşte J. Dournes ve H. Maurier'in, işin bu yönü üzerinde ısrar eden sözleri, bundan dolayı çok dikkate değer. Bunlara göre yaşayan realitede insanlar şartlara, temayüllerine, kültürlerine göre nazariyede bağlı zannedildikleri dinlerinin ekseriya bir kısmını alırlar. Bazan en iyi tarafını, bazan da en zayıf tarafını Hıristiyanların çok az oldukları ülkelerde bazan öyle gayr-i hıristiyanlar bulunuyor ki davranışlarının çoğu İncil'e uygundur. Buna mukabil hıristi-yan bir ülkede yaşayan sözde hıristiyan nice insan vardır ki Hıristiyanlıkla ilgili hemen hemen kalmamıştır. Şu halde mücerred katagorileri, iddiaları değil, müşahhas insanları göz önünde bulundurmak gerekir.
Müslümanlar nazarında batı dünyası -pek de haksız olmayarak- Hıristiyanlık ile aynı mütalaa edilmektedir. Hıristiyanlık, Batının günahlarından, cürümlerinden ve dalâletlerinden teberri etmek isteyince Kilise'nin Batıdan ayrı olduğuna müslümanları ikna etmek için diyaloğa girmek istiyor ve Konsil metninin müslümanlarla ilgili kısmının sonunda, her iki tarafı da "geçmiş hadiseleri unutmaya davet ediyor."
Doğrusunu söylemek gerekirse, hemen hemen bütün müslümanlar bu düşüncenin tesirindedirler. Zira merhum Haydar Bammat'ın dediği gibi (20) "Aldanmadan iddia edebiliriz ki, Asya'da, Afrika'da büyük batılı devletler tarafından insafsızca istismar edilmiş olan yüz milyonlarca esir insanın karşısında Hıristiyanlık kendisine düşen vazifeyi yapmamış bulunuyor. Muztarip insanlığa çok yakın bir sulh ve iyilik devri vaad etmiş olan bu din, kurulmuş olan kiliselerin yardımıyla siyasî baskının ve istismarcı müstemlekeciliğin tesirli bir vasıtası haline getirilmiş, tepeden tırnağa kadar silahlı askerleri, sırtında müstemleke halkına satılmak için en âdi mallarla takip eden tüccar, onun arkasında gelen ve elindeki İncil ile müstemlekecilerin yaptıkları bütün hareketleri doğrulayan, hiç değilse onlara cesaret veren misyoner, Afrikalılar ve Asyalılar için zalimlerin dininin hazin bir timsalinden başka bir şey değildir.
Bu sebepledir ki Afrika'nın henüz istiklâllerine kavuşan cumhuriyetlerinde, bilhassa eski Belçika Kongo'sunda papazların insafsızca katledildiklerini, hayırsever bütün hareketlere şevkle katılan rahibelerin ağır hakaretlere uğradıklarını görüyoruz."
Kilise, müslümanlar üzerinde Batı emperyalizminin acı ve iğrenç hatıralarının canlılığını koruduğunu bildiğinden, o yaraları diyalog ile iyileştirmek istemekte ve esasen kendisinin bunda dahil olmadığına inandırmak istemektedir. Papalığa bağlı "Gayr-i hıristiyanlara mahsus daire başkanlığı" tarafından yayınlanmış bulunan konumuz ile ilgili kitapda "Hıristiyan eğitimi almış batılıları müslümanlar nezdinde suçlu kılan zulümleri" kabul etmekte ve bu hususta Normand Daniel'in şu iki meşhur eserini (İslam and the West, 1960 ile İslam and Imperialism, 1965) referans vererek şöyle demektedir: "Her şeyden önce samimi olarak, Batı tarafından irtikâb edilmiş olan aşırılıkları itiraf edelim ve gerek mazinin zihniyetleri ile ve gerekse bazı şimdiki davranışlarla aramızdaki bağı kopardığımızın delillerini verelim" (21) Kitabın 1987 de yenilenen neşrinde de şöyle deniliyor: "O halde hıristiyanlar geçmişin bu kızgınlıklarını açıklamalıdırlar ve dinsel faktörler kadar önemli olan ekonomik, ideolojik ve siyasal faktörleri de hatırlamalıdırlar. Öz eleştiri sayesinde de, ortak tarihindeki üzücü olaylarda her iki grubun sorumlulukları olabileceği fikrini işlemelidirler. "(M. Borrmans, 1987, s, 98 ve Türkçesi, Müslümanlarla Hıristiyanlar Arasında Diyaloğa Yönelişler, İst., 1988, s. 82) Bu ilişkiler hakkında Michel Lelong, Daux Fidelites, une Esperance; Chretiens et Musulmans aujourd'hui, Paris, Cerf, 1979 kitabına koyduğu (ek) de bu konudaki bibliyografya görülebilir.)

Dipnotlar:

(1) Bir Hıristiyan din adamı olan You kim Moubarac'ın peşpeşe hazırladığı ve yayınlamayı da düşünmediğini önsözünde bildirdiği şu iki daktilografi teze bkz. İntroduction a l'etude de la pensee chretienne concernant l'lslam (des origines a la chute de Constantinople), Paris, Sorbonne Üniv. Ktp. Basılmamış daktilografi doktora tezi, 1,1121-4) La Pensee chretienne et l'lslam de la prise de Constantinople a Vatican II. Paris, Sorbonne Üniv. Ktp., Daktilografi tez. V, 1972 (88)-4
(2) Sencer Tonguç, Ortaçağ Avrupası ye İslâm Dünyası, Güney Doğu Avrupa Araştırmalar Dergisi (İ.Ü.Ed. Fak. (1973-1974) s.1; Sorbonne Univ.Ktp., basılmamış daktilografi tez, 1972 (88)-4.
(3) (Hey'et) Vatican II.Les Relations de l'Eglise avec les religions non-chretiennes, Paris, Cerf, 1966, s.52.
(4) Aynı eser, s.27.
(5) Aynı eser, s.11-12.
(6) Aynı eser, s.32-33.
(7) Aynı eser. s.50.
(8) Aynı eser, s.16.
(9) Haydar Bammat, Kaynaklara Dönüş, Trc. Bahadır Dülger, İzmir, 1965, s.
(10) Gardet, L'lslam, Paris, 1970, s.420.
(11) Aynı yer
(12) L. Gardet L'lslam. s.425.
(13) Müellifin Sagesse chretienne et sagesse d'orient, Bruxelles, 1949 adlı eserinin 600. sahifesinden naklen L.Gardet, L'islam, s.425.
(14) R.Arnaldez, L'İslam devant un monde ouis'interroge a lui, s.109-110
(15) R.Arnaldez, Conditionsd'un dialogue avec l'İslam, s. 28.
(16) Bu zat İslam akaidine dair 834 sayfa tutan 4 ciltlik şu eserin yazandır. Die Clau benslenren des İslam, Padembom. F.Schoring, 1959-1962. Bu iktibas A.C.Anavvati tarafından Vers un dialogu-ve... s.593'de naklediliyor.
(17) J.Garrido, Attitu des face a L'lslam, s.15-16.
(18) (Hey'et), Vatican 11,18.
(19) Aynı yer. J.Bichon da diyalogun niçin yapılacağını anlatırken diyor ki: "İnsandan insana diyalogu Tanrıdan insana bir diyalog ümidiyle, benimkini Tanrının kendi diyaloguna vesile kılmasını ümit ederek arıyorum. Yani ben, diyalogu İncil'i yaymanın bir vasıtası olarak arzu ediyorum. "Nötre connaissanne de L'İslam. s.90.
(20) Kaynaklara Dönüş, s.10.
(21) Orientations pour un dialogue entre chretiens et musulmans, Roma, Ancora, 1970, s.70.

 

 

"Ey Resulüm de ki: "Ey Ehl-i Kitap! Gelin, bizimle sizin aramızda müşterek olacak bir sözde birleşelim. Yani Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah'tan başka kimimiz kimimizi rab edinmesin. Şayet bundan yüz çevirirlerse deyin ki: "Şahit olun ki biz Allah'a itaat eden müslümanlarız" (Al-i İmran, 3/64).
Yayınlandığı Kaynak :
Yayınlandığı Dergi :
Sanal Dergi :
Makale Linki :