Yazar Adı : | İlim Dalı : Tasavvuf |
Konusu : | Dili : Türkçe |
Özelliği : | Makale Türü : Müstakil |
Ekleyen : Nurgül Çepni/2009-07-04 | Güncelleyen : /0000-00-00 |
Anadolu'da Tasavvufî Hayata Genel Bir Bakış
Bu yazımızda, Anadolu fikir tarihinin belli bir dönemindeki Tasavvuf hareketi, Bektaşîlik, Mevlevîlik ve Ahilik tarihinden kısa bir panorama sunuyoruz.
A. XIII. Asır Öncesi İslâm Tasavvufuna Genel Bir Bakış
Asıl konumuza geçmeden önce, tasavvuf hareketinin XIII. asra kadarki tarihî seyrine kısa bir göz atmamızda fayda vardır.
İslâm tarihinde tasavvufî düşünce ve aksiyonun mazisi H. II. asra kadar uzanır. Hatta klâsik anlamdaki tasavvufl hayata zemin teşkil eden zühd telâkkîsini, doğrudan doğruya Hz. Peygamber (sav) ve Ashâb'ın hayatında müşahede ediyoruz.
H. II. asrın ikinci yarısından itibaren, sûfîiik adı altında, İslâm'a kendilerine has yorumlar getiren; onun özüne, ruhuna ve bâtınına ulaşmaya çalışan; dinî yaşantılarında da buna paralel olarak şekil ve kuraldan ziyade samîmiyete, ihlâsa, nefis ve ruh terbiyesine ağırlık veren bir zümrenin teşekkül etmeye başladığını görüyoruz.
Önceleri ferdî bir özellik arzeden tasavvufî düşünce ve hayat tarzı, H. III. asrın ortalarından itibaren kollektif bir mahiyet kazanmaya ve böylece ferdî tasavvufî eğilimler belli topluluklar tarafından benimsenip uygulanmaya başlamıştır. Bunun tabiî sonucu olarak, toplum içerisinde tasavvufî fikirleri yayan üstâdlar ve şeyhlerle, bunların etrafında bir halka oluşturan mürîdler teşekkül etmeye başlamıştır. Buna bağlı olarak da, sûfîlerin bir araya geldikleri hânkâhlar, tekkeler vs. ortaya çıkmıştır. 1
H. III. - V. asırlar, tasavvufî düşüncenin olgunlaştığı, büyük sûfîlerin yetiştiği, klâsik tasavvufî eserlerin kaleme alındığı ve tasavvuf ilminin tedvîn edildiği dönemdir. Önceleri Basra, Kûfe, Medîne ve Bağdat çevrelerinde gelişen tasavvuf hareketi, H. III. asrın sonlarından itibaren Arap Yarımadası'nın diğer kısımlarıyla, Mısır, Horasan ve Nişabur bölgelerine de intikal etmiştir.2
İlk devirlerden itibaren, Tasavvuf hareketinin birbirinden nisbeten farklı iki ayrı mecrada seyrettiğini görüyoruz. Bunlardan birisi, Hasan-ı Basrî (öl. 110728) ile başlayıp, Cüneyd-i Bağdadî (ÖI.297909), Hâris-i Muhâsibi (öl.243857), el-Luma yazarı Ebû Nasr Serrâc et-Tûsî (öl.378 988), Kûtü'l-Kulûb sahibi Ebû Tâlib-i Mekkî (öl.386996), et-Ta'arruf sahibi Kelâbâzî (öl.390999), Meşhur er-Risâle yazarı Kuşeyrî (öl.4651072), Keşfü'l-Mahcûb müellifi Hucvîrî (öl.4691077) ve nihayet İhyâu Ulûmi'd-Dîn yazarı meşhur İmam-ı Gazzâlî (öl.5051111) ile devam eden yoldur. Bağdat Ekolü olarak bilinen bu yolda dinin zahiri hükümlerinden asla uzaklaşılmamış, şeriat kurallarına riayette azamî titizlik gösterilmiş, zahir-bâtın dengesine dikkat edilmiş, ilahî aşk ve cezbeden ziyade temkîn, İtidâl ve istikâmete önem verilmiştir. Tasavvufî harekette görülen diğer akım ise, cezbe, ilahî aşk ve manevî sarhoşluk hallerinin ağırlık kazandığı bir özellik arzetmektedir. Rabiatül-Adeviyye (ÖI.135752), Bayezîd-i Bistamî (öl. 261874), Hallâc-ı Mansûr (öl. 309921), Mevlânâ vb. sûfîler bu akımın temsilcileri durumundadırlar.
Tasavvufun gelişme dönemlerinde Irak, Suriye bölgelerinde bu akımlardan birincisinin; Horasan ve Orta Asya taraflarında ise ikincisinin daha çok benimsendiğini görüyoruz. Horasan bölgesinde doğup gelişen Melâmetîlik anlayışı da bu aşk ve cezbe ağırlıklı tasavvuf anlayışının bir tezahürü durumundadır.
Tasavvuf erbabı, daha ilk dönemlerden itibaren bilhassa Hanbelî fıkıh âlimleri başta olmak üzere, zâhir ulemasının itiraz ve hücumlarına maruz kalmıştır. Bu hücumlar daha ziyade aşk ve cezbeye önem veren mutasavvıflar üzerinde yoğunlaşmaktaydı.3 Pek çok meşhur mutasavvıf, kendilerini anlamayan zâhir ulemasının saldırısı ve zamanın siyasî otoritesini tahrik etmesi sonucu, sürgün hayatı yaşamış, eziyet çekmiş ve hapiste yatmıştır.4 Bunların içinde Hallâc-ı Mansûr gibi idam edilenler bile olmuştur.
Bütün bunlara rağmen, H. III. asrın ortalarından itibaren tasavvuf hareketi oldukça hızlı bir gelişme kaydetmiş, tasavvufa ait pek çok eser yazılmış ve büyük mutasavvıflar yetişmiştir. Bu arada, Kuşeyrî'nin Risâlesi, Tûsî'nin el-Lumâ'i ve Hucvîrî'nin Keşfü'l-Mahcûbu gibi eserler sayesinde tasavvufî düşünce üzerindeki şüphe ve tereddütler büyük çapta azalmış; Gazzâlî gibi medrese ile tekkeyi uzlaştıran ve rasyonalizmle ir-rasyonalizm arasında denge kurabilen5 büyük bir şahsiyetin ortaya çıkmasıyla tasavvuf fikriyatı ve hayat anlayışı hemen herkes tarafından en azından saygıyla karşılanır hale gelmiştir.
H. VII.M.XIII. asra gelindiğinde, tasavvufî düşünce ve hayat telâkkisi doruk noktasına ulaşmış, İslâm âleminin her tarafını kaplamış ve kitleleri etkisi altına almış durumdaydı.
Tasavvuf cereyanının bu derece yaygınlaşıp etkili olmasında onun teşkilâtçı yapısının rolü çok büyüktür. Nitekim tasavvuf hareketi H. III.-IV. asırlarda kitlesel bir karakter kazanmış ve çeşitli tarikatlar halinde teşkilâtlanarak, kitleleri sosyo-dinî açıdan yönlendirmeye başlamıştır. Nihayet H. VI. asırdan itibaren, bugün İslâm âleminde ve ülkemizdeki tarikatların da temelini teşkil eden, klasik anlamda büyük tarikatlar kurulmuştur.
Gerek fikir sisteminin cazipliği, gerekse pratik hayata yönelik teşkilatlı bir sosyo-dinî yapıya kavuşmuş olması sebebiyle, tasavvuf cereyanı bir taraftan müslüman toplumları hızla kendisine çekerek İslâm'daki rûhî hayatın canlı tutulmasını sağlamış; diğer taraftan birçok bölgelere İslâm'ın yayılmasında birinci derecede etkili olmuştur.6
M.XIII. asra kadar tasavvuf cereyanı, Arap Yarımadası'ndan başlayarak, Kuzey Afrika, Endülüs, Horasan, Türkistan, Anadolu ve İslâm'ın ulaştığı diğer bölgelerde alabildiğine yayılmış, hemen her tarafta tarikatlar kurulmuş, hânkâhlar, tekkeler, ribatlar ve zâviyeler tesis edilmiştir. Özellikle Orta Asya bölgesi, o dönemlerde tasavvufî hayatın en canlı, tarikat faaliyetlerinin en yaygın olduğu yerlerden birisi durumundaydı. O devir Türk toplumunun İslâm'ı tanımasında ve kitleler halinde kolayca benimsemesinde tasavvuf ve tarikatların rolü çok büyük olmuştur.
Tasavvuf hareketinin bu gelişme sürecinde önemle vurgulanması gereken bir husus da şudur Tasavvuf, her şeyden önce kendine has bir İslâmî anlayış tarzı, bir dünya görüşü ve bir düşünce sistemidir. Dolayısıyla, onun zahirî ve sosyal plânda katettiği gelişmenin yanı sıra, bu gelişmenin dinamik ve muharrik gücünü oluşturan fikrî ve felsefî alanda arz ettiği manzara ve İslâm düşüncesine yaptığı katkı asla gözden uzak tutulmamalıdır. Aksi takdirde, bütün yönleriyle topyekün bir tasavvuf ve tarikat hareketinin arka planındaki itici gücü anlamak mümkün olmaz.
İlk devirlerden itibaren mutasavvıflar, ilâhî kelâmı kendilerine has yorumlayış tarzları, tevhîd ve diğer metafizik konulara fıkıh ve kelâm âlimlerinden farklı yaklaşımlarıyla dikkati çekiyorlardı. Onlar bir taraftan müslümanları şekilden çok rûha, uzvî hareketlerden çok kalbî duygulara önem veren bir din anlayışı istikametinde yönlendirmeye çalışırken; diğer taraftan da kendi düşünce ve felsefelerini kurup geliştirmeye çalışmışlar ve böylece İslâm düşüncesine yeni ve orijinal bir boyut kazandırmışlardır. Mutasavvıflara has olan bu düşünce sistemi, Kelâm'dan ve klasik İslâm filozoflarının sistemlerinden farklı durumda olup; beş duyu ve akla ilaveten keşf ve ilhamı, metafizik konularda en güvenilir bilgi kaynağı olarak kabul etmek suretiyle, İslâm düşüncesini donukluktan kurtarmış ve ona tükenmez bir hazine kazandırmıştır. Zünnûn-i Mısrî, Hakîm-i Tirmizî, Hallâc-ı Mansûr, Bayezîd-i Bistamî, Cüneyd-i Bağdadî ve daha nice büyük sufîlerle zaman içinde olgunlaşıp, İbnü'l-Arabî gibi büyük bir mütefekkirle zirveye ulaşan bu tasavvuf felsefesinin nihaî noktada aldığı isim Vahdet-i Vücûd'dur. İşte, tasavvuf hareketinin büyüleyici bir hızla tüm İslâm âlemine ve özellikle de Türk-İslâm dünyasına yayılmasını, asıl itibariyle, tasavvufun insanlara arzettiği bu düşünce sistemine bağlamak gerekir. İnsanı varlıklar âleminde lâyık olduğu yere oturtan, Allah-insan ve Allah-âlem münasebeti konularında son derece güzel izahlar getiren ve İslâm'ı bir katı kurallar dini olmaktan çıkarıp, onu gerçek yönüyle anlayarak ruhuna intikal etmeyi tavsiye eden bu düşünce sistemi, aleyhindeki bunca faaliyetlere rağmen gittikçe artan bir hızla kabul görmüş ve İslâm düşünce tarihinde çok büyük bir yer işgal etmiştir.
B. XIII.-XIV. Asırlarda Anadolu'nun Fikri-Tasavvufî Manzarası
Bu dönem, Türk-İslâm tarihinin, fikrî ve sosyal gelişmeler bakımından en hareketli devrelerinden birini teşkil eder. Türkler yeni yurt edindikleri Anadolu'ya her sahada kendi damgalarını vurma gayreti içindedirler.
Anadolu Selçukluları, Büyük Selçuklu'nun kültür ve medeniyet mirasını devam ettirmeye çalışırken, aynı zamanda Doğu'dan ve Batı'dan gelen tehditler karşısında siyasi birlik ve otoritesini muhafaza etmeye çalışıyordu. Buna paralel olarak, asırlarca hüküm sürecek olan Osmanlı İmparatorluğu'nun fikrî ve manevî temelleri de yine bu dönemde atılıyordu. Ayrıca Anadolu o dönemde, diğer müslüman Türk bölgelerine nisbetle daha emniyetli ve istikrarlı bir durum arzetmekteydi.
Konuya tasavvuf tarihi açısından baktığımızda, bu dönemin son derece dikkat çekici olduğunu, Anadolu'nun her yönden yoğun bir tasavvufî faaliyete sahne olduğunu görürüz. Şöyle ki, gerek Moğol istilalarının zorlaması, gerekse Anadolu Selçuklu Devleti'nin sahip olduğu imkânların cazibesi, Anadolu'ya muhtelif yerlerden pek çok tasavvuf erbabının gelmesine sebep olmuştur. Bu sûfî dervişler içerisinde tasavvuf tarihine âbide isimler halinde malolmuş büyük şahsiyetler de vardır. Konya'da Meviâna Celâleddin-i Rûmî, Tokat'ta ünlü Lemeât sahibi Fahreddîn-i Irakî, Kayseri'de Necmeddîn Dâye, Kırşehir'de Hacı Bektaş-ı Velî vs. bunlardan bazılarıdır. Bu dönemde, Türkistan'dan Suriye'ye kadar çok geniş bir bölgeden, hemen her tarikata mensup kişilerin akın akın Anadolu'ya geldiklerini görüyoruz.7
Yine bu dönemde, Türk-İslâm tasavvufuna damgasını vuracak ve onu asırlarca etkileyecek olan bir başka önemli şahsiyeti daha Anadolu'da görmekteyiz. Bu şahsiyet Muhyiddîn İbnü'l-Arabî (öl.6381240)'dir. Endülüs menşeli olan bu zat, Endülüs, Kuzey Afrika ve Orta Doğu bölgelerinde edindiği çok geniş ve çeşitli fikir birikimiyle, Vahdet-i Vücûd adı altında geliştirdiği tasavvuf felsefesini, Sadreddîn-i Konevî'nin de yardımıyla Anadolu'da kalıcı bir şekilde yaymıştır.
Bütün bu olaylar sonucu, Anadolu'da İslâm Medeniyetini muhtelif irfan merkezlerinden gelen tesirleri toplayan müstakil bir klasik Türk tasavvufu teşekkül etmiş ve bu tasavvuf en mühim eserlerini yine bu dönemde vermiştir. Öyle ki, XIII. asır, Türk tefekkür tarihinde tasavvufî temayüllerin hâkim olduğu ve bu temayüllerin çok kuvvetli bir millî şuur uyandırdığı asırdır. Türk tefekkürü, daha önce hiçbir devirde, bu asırda olduğu kadar tasavvufî düşünce etrafında toplanmamış ve bu düşünceyle hayat arasında bu kadar sıkı bir irtibat doğmamıştır.8
XIII. asırda başlayıp XV. asra kadar devam eden Anadolu'daki bu fikrî ve tasavvufî canlılığın sebeplerini, Ortaçağ'ın bazı büyük olaylarında aramak gerekir. O devirdeki olaylar, Anadolu'nun fikrî ve siyasî bir üstünlük kazanmasını âdeta zorunlu kılmıştır. Klasik Türk tasavvufunun ve buna bağlı diğer fikir cereyanlarının doğuşunu da bu olaylara bağlamak gerekir. Nitekim, XII. asırda Haçlı seferleri Hristiyan dünyası ile İslâm âlemi arasındaki gerginliği artırıyor; müslümanların batı âlemine karşı fikrî plânda aktif bir şekilde taarruza geçerek mukabelede bulunmasına sebep oluyordu. Mağrib'den Anadolu'ya kadar, Haçlı seferlerine sahne olan her yerde bu fikrî mukabelenin izleri görülebilir. Haçlı seferlerini sürükleyen Hristiyan âlemindeki dinî tarikatların benzerleri İslâm âleminde de zuhur ediyor ve bu suretle yavaş yavaş batıda olduğu gibi muharip, cengâver ve istilacı tarikatlar görülüyordu. Aynı asrın sonlarına doğru, İslâm medeniyetinin batı ve doğu uçlarında iki önemli hâdise dikkati çeker. Bunlardan biri, Haçlı seferlerinin bir uzantısı olarak müslümanların İspanya'dan çıkarılması; diğeri ise Moğol istilâsı neticesinde Harzem medeniyetinin yıkılmasıdır. O dönemlerde, bu bölgeler dünyanın en önemli iki medeniyet merkezi durumundaydı. Endülüs'teki Mağrib medresesi, asırlarca Güney Avrupa toplumlarına irfan ocağı vazifesi görmüş ve Rönesans'a zemin hazırlamıştır. Harzem doğu medresesi ise, Abbasîler'in başlattığı ilmî faaliyete varis olarak, pek çok sahada büyük bir hamle kaydetmiştir. XIII. asrın başında, önce Endülüs'te, daha sonra da Harzem'de meydana gelen siyasî bozgun üzerine, İslâm medeniyetinin bu iki fikir merkezi Anadolu'ya sığınıp, birlik halinde yeniden toparlanmaya mecbur oldu. Çünkü bu devirde, bir taraftan Haçlı seferlerine, bir taraftan da Moğol akınlarına karşı koyabilen yegâne müstakil ve kuvvetli müslüman ülkesi Anadolu idi. Bütün bu faktörler, Anadolu Selçuklularında çok kuvvetli bir fikrî canlılığa; medenî ve siyasî bir uyanış hareketine sebep olmuştur.9
İşte, XIII. asırda Anadolu'da gördüğümüz, gerek saray muhitinde etkili olan yüksek tasavvuf cereyanlarında, gerekse Horasan Erenleri, Gaziler, Ahîler, Babalar vb. tasavvufî halk teşkilâtlarında; Orta Asya ve Harzem tesirleri görülürken bir taraftan da bilhassa yüksek ve orta sınıf üzerinde klasik tasavvuf veya tarikatlar şeklinde tezahür eden Mağrib tesiri görülmektedir.10
Bütün bunlar, XIII. asır Anadolusunun, fikrî ve tasavvufî açıdan çok çeşitli bölgelere ait birbirinden farklı düşünce ve temayülleri içinde barındırdığını ve bu yüzden oldukça kompleks bir manzara arzettiğini göstermektedir. Gerçekten de, Doğudan gelen Orta Asya, Türkistan, Hint, İran, Arap ve daha da eski Babil, Asur kültür mirası ile batıdan gelen Endülüs, Mağrib ve yerli Grek-Bizans kültürleri Anadolu'da birbirine karışarak, insanlık tarihinin kaderini etkileyecek yepyeni bir fikrî-kültürel oluşum vücuda gelmiştir. Sanki ilâhî takdir, batıda Haçlı seferlerini, Doğuda da Moğol İstilâsını Anadolu'yu İslâm'ın ve insanlığın yeni bir kültür ve medeniyet merkezi haline getirmeye vasıta kılmıştır. Muhtelif kültürlerin bir araya geldiği o devrin Anadolusu, F. Köprülü'nün deyimiyle taassup hislerinden âzâde ve geniş felsefî düşünceleri hazme kabiliyetli durumdaydı.11
Fikrî gelişme açısından müsbet olan bu manzara yanında, o dönemde dikkatlerden kaçmayan bir başka husus daha vardır ki; o da, medrese çevresinde klasik felsefe ve müsbet bilimler sahasında gözle görülür bir duraklamanın başladığı; buna karşılık İbn Teymiye Selef ekolünün görüşlerinin daha çok benimsenir hale geldiğidir. Bu durum, şüphesiz zamanın siyasî, fikrî ve sosyal olaylarının tabiî bir sonucu idi.12 Tasavvuf ve tarikat faaliyetlerinin en yoğun olduğu XIII.-XIV. asırlarda, Anadolu'da fukahâ zümresinin ictihad kapısını kapalı ilân etmiş olması13 dikkat çekicidir. Medresenin hür düşünceye engel teşkil eden bu tutumu, siyasî otoritelerin de Sünnî itikadı muhafaza düşüncesiyle bunu desteklemesi, İslâm'ı büyük ölçüde sûfîler kanalıyla tanımış olan ve yaratılış itibariyle hür düşünceye ve düşünce ile hayatı birleştirmeye alışık olan Orta Asya kökenli Türk toplumunun tasavvufî düşünceye ve tarîkatlara daha çok yaklaşmasına sebep olmuştur. O dönemin siyasî otoriteleri, medreseye gösterdikleri bu desteğin yanında, genelde tasavvuf erbabına ve tarikatlara da sıcak bakıyor, onları da himayelerine alıyor, tekkeler yaptırıp vakıflar tahsis ediyordu. Zaten özellikle Gazzâlî'den sonra tekke-medrese sürtüşmesi de asgarî düzeye inmişti. Bilhassa saray çevresinde ve şehir merkezlerinde görülen bu uyumlu ve dengeli görünüme karşılık, halâ bazı eski batıl inanışlara bağlı olan ve bu arada tasavvufun engin hoş görüsünü ve serbest düşüncesini devletin ve medresenin aleyhinde malzeme olarak kullanan köylerdeki ve kırsal kesimdeki Türkmen aşiretleri, meşhur Babaîler hareketi ile toplumda büyük bir huzursuzluk ve ikiliğin doğmasına sebep olmuşlar, Anadolu Selçuklu devletini de bir hayli uğraştırmışlardır.14 Tasavvuf görünümlü bu isyan hareketine rağmen, o devir yöneticilerinin ve toplumunun tasavvuf ve tarikatlar hakkındaki müsbet kanaati değişmediği gibi, artarak devam etmiştir. Bunun sonucu, Sünnî akideden ayrılmayan ve şeriata saygılı olan tasavvuf anlayışı ile bu çizgideki birçok tarikat büyük bir hızla yayılmış ve XII-I.-XIV. asırların en önemli dinî, fikrî ve sosyal hâdisesi olarak Türk tefekkür tarihine malolmuştur.
Anadolu'nun fikrî-tasavvufî manzarası hakkındaki bu genel değerlendirmeden sonra, XIII.-XIV. asırlarda Anadolu'da tasavvufî hayatın nasıl bir durum arzettiğini ana hatlarıyla izah etmeye çalışalım.
Anadolu'nun söz konusu devirdeki tasavvufî manzarasını ana hatlarıyla ortaya koyabilmek için, konuya bir kaç açıdan yaklaşmamız icab etmektedir. Çünkü, o dönemde tasavvufî hayat, fikrî, felsefî, içtimaî, iktisadî ve hatta siyasî hayatla irtibatlı bulunan çok yönlü bir karakter arzetmektedir. Bu bakımdan biz konuyu şu açılardan, bir makale çerçevesinde özet olarak incelemeye çalışacağız.
a) Klasik anlamda Türk tasavvuf düşüncesinin durumu.
b) Tarikatların Anadolu'da arzettiği manzara.
c) Tasavvufî-İktisadî bir teşekkül olan Ahîlik.
a) Klasik Türk Tasavvufu Anadolu'nun sözü edilen dönemdeki genel fikrî yapısının karma ve eklektik bir özellik arzettiğini ve pek çok kaynaktan etkilendiğini belirtmiştik. Bu durum klasik anlamdaki Türk tasavvuf düşüncesinde de kendini göstermektedir. Şöyle ki, Anadolu'da doğup gelişen tasavvufî düşünce, üç önemli kaynağa istinat etmektedir. Bunlardan birisi İbnü'l-Arabî ve Sadreddîn-i Konevî'nın temsil ettiği Mağrib Mektebi; ikincisi, Mevlânâ'nın temsilciliğini yaptığı ve İran tesirinin ağırlıkta olduğu estetik tasavvuf anlayışı; üçüncüsü de Hacı Bekîaş-ı Velî ile Yunus Emre'nin temsil ettiği ve Türk izlerini taşıyan Orta Asya-Horasan kökenli tasavvuf anlayışıdır. Anadolu'da gelişen tasavvufî hayat asıl itibariyle bu üç kaynaktan etkilenmiş bulunmaktadır. Ancak hemen belirtelim ki, Anadolu insanı bu farklı kaynaklardan gelen ve nisbeten farklı özellikler taşıyan tasavvuf telâkkilerini âdeta kendi benliğinde birleştirmiştir. Onun içindir ki, Anadolu'da gelişen tasavvufî hayatı kesin çizgilerle kategorilere ayırmak doğru değildir. Nitekim bir Yunus Emre'de veya bir Hacı Bayram-ı Velî'de aynı anda hem İbnü'l-Arabî'nin, hem Mevlânâ'nın ve hem de Hacı Bektâş-ı Velî ve Ahmed-i Yesevî'nin tesirlerini görmek pekâlâ mümkündür. Anadolu tasavvufunun asıl özelliği ve orijinal tarafı, bu farklı kaynaklardan gelen anlayışları birleştirmiş ve tasavvufî hayatı zirveye çıkarmış olmasıdır. Bununla beraber, Anadolu'daki tasavvufî hayatı iyi değerlendirebilmek için, bu farklı kaynaklardan gelen tasavvuf anlayışlarının karakteristik vasıflarını bilmekte fayda vardır.
XIII. asır ve sonrasında Anadolu'da gelişen tasavvufî düşünceyi etkileyen en önemli şahsiyetlerden biri ve belki de başta geleni İbnü'l-Arabî'dir. Otuz sekiz yaşında memleketi olan Endülüs'ü terketmek zorunda kalan bu zat, Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerini kapsayan yedi yıllık ilmî seyahatten sonra Konya'ya yerleşmiş; Selçuklu hükümdarının hürmet ve ikramına mazhar olarak uzun yıllar orada kalmıştır. Bu esnada Sadreddîn-i Konevî'nin dul annesiyle evlenerek, Konevî'yi özel terbiyesi altında yetiştirmiştir.15 İkiyüzden fazla eser yazmış olan bu büyük mutasavvıf, Endülüs, Mağrib ve Orta Doğu kültür ve düşüncesini mezcetmiş, Batı felsefesini ve İbranî-Hristiyan mistisizmini de yakından tanımış bir düşünür olarak, sanki o zamana kadar tüm insanlığın geliştirdiği düşünce sistemlerinden, bal yapmak isteyen arının yüzlerce çeşit çiçeğe başvurması misali, gereğince yararlanmış ve elde etttiği bu malzemeleri İslâm'ın potasında eriterek, bugün dahî tüm insanlığın büyük ilgisini çeken yüksek bir tasavvuf felsefesi kurmuştur.
İbnü'l-Arabî, düşünce sisteminde çok geniş bir terkibe ulaşabilmek için, felsefe, kelâm, fıkıh, hadîs, tasavvuf ve gaybî ilimler (occultisme) e ayrı ayrı baş vurarak, onları aynı hedef etrafında toplamayı başarmıştır.16 Onun tasavvuf felsefesi, bir taraftan Kur'ân'ın tasavvufî tefsîr ve yorumuna; diğer taraftan da Yeni Eflâtun felsefesi, İslâm işrâk felsefesi, kelâm, tasavvuf ve özellikle de Endülüs'teki tasavvuf anlayışına dayanmaktadır. Bu bakımdan onun Vahdet-i Vücûd felsefesi, İslâm felsefesinin en geniş terkibi; ve hatta genel anlamda mistik felsefenin meydana getirdiği en büyük uzlaştırmacı (syncretiste) düşünce sistemidir. Onun felsefesinde sadece birbirine zıt felsefeler değil, aynı zamanda akıl ile imân, ilim ile din, zâhir ile bâtın ve hürriyet ile zarûret de telif edilmiştir.17 Son derece girift ve unsurları birbirine girmiş olan bu mistik fikir âbidesinin içerisine H. Ziya Ülkenin deyimiyle "anlayarak değil, ancak inanarak girilebilir." Onun Vahdet-i Vücûd felsefesi, tüm İslâm âleminde, fakat bilhassa Anadolu'da ve Türk tasavvuf düşüncesinde asırlar boyu etkisini sürdürmüştür. Bu felsefe, zamanına kadar gelen muhtelif felsefe ve dinlerin kesiştiği dört yol ağzı durumundadır.13 Eserleri, üslûbu ve sistemindeki çeşitlilik ve anlaşılma güçlüğünden dolayı, onu anlamayanlar ve hatta "küfür"le itham edenler bile olmasına rağmen, onun zâhirle bâtını telif eden tasavvuf felsefesi, klâsik İslâm felsefesinin gücünü kaybetmiş olduğu ve Selefiyyeci anlayışın tesiriyle zâhirî, donuk ve fıkhî kurallara boğulmuş bir İslâm anlayışının yaygınlaşmaya yüz tuttuğu bir devirde, Anadolu'da büyük bir rağbet görmüş ve hızla benimsenmiştir.
İbnü'l-Arabî'nin, Vahdet-i Vücûd felsefesiyle Anadolu Türk tasavvufuna yaptığı bu umumî tesirden başka, bizce önemle üzerinde durulması gereken bir nokta da şudur: Onun düşünce sisteminde ve hayat anlayışında, pasiflik değil aktiflik ve mücadele ruhu hâkimdir. Çünkü o, batının acımasız Endülüs istilâsı ile, tüm İslâm âlemine karşı her fırsatta giriştiği Haçlı seferlerinin ızdırabını yaşayan bir müslüman düşünürdür. O, felsefî sistemindeki toleransa ve uzlaştırmacı karaktere rağmen, Hristiyan batı alemini kahredilmesi gereken bir düşman olarak görmektedir. Selçuklu hükümdarı İzzeddîn Keykâvus'un kendisine yazdığı bir mektuba verdiği cevapta yer alan şu ifadeler bunun açık bir işaretidir: "Sen halk üzerinde Allah'ın nâibi ve yeryüzünde uzanan gölgesisin. Zatimden mazlumun hakkını al. Allah'ın, senin saltanatını genişletmesi ve bir çok memleketleri sana râmetmesi sakın seni gurura sevketmesin! Müslümanlar üzerinde yapacağın en büyük hizmet, İslâm'ın namûsunu yükseltmek ve küfre tahakküm eylemektir..19 Mevlânâ'nın temsil ettiği ve İran hikmetinin tesirini taşıyan tasavvuf anlayışında görülen mutlak sulhçuluk (pasifisme), insaniyetçilik ve "yetmiş iki millete bir gözle bakma" anlayışına karşılık; İbnü'l-Arabî Anadolu Türk tasavvufuna mücadele, düşmana karşı savaş ve vatanperverlik fikrini yerleştirmiştir.20 Nitekim bu mücadeleci ruhtan yeterince nasibini alan Horasan erenleri ve muharip gazi dervişler, Osmanlı devletinin kuruluşunda rol alan en önemli unsurların arasında yer almışlardır. Kanaatimizce İbnü'l-Arabî, Hristiyan batı dünyasının İslâm alemine karşı yaptığı saldırılara, kalemiyle, düşüncesiyle ve "tevhîd" itikadını yüksek düzeyde ortaya koymaya çalışan felsefî sistemiyle etkili bir şekilde karşı koyan ve bunda çok büyük başarı elde etmiş olan bir İslâm fikir kahramanıdır. Türk milletinin Haçlılar'a cephede kılıçla verdiği cevabı, İbnü'l-Arabî fikir cephesinde kalemiyle vermiştir. Türk toplumunun onun düşünce sistemini benimsemesinde ve Türk tasavvufunda asırlarca etkili olmasında, ondaki bu mücadele ruhunun elbette büyük etkisi olmuştur.
İbnü'l-Arabî'nin eserleri Anadolu'da gelişen tasavvufun dayandığı en önemli temellerdendir. Bilhassa "Fusûsu'l-Hikem" ve "Fütûhât-ı Mekkiyye" adlı eserleri, Türk tasavvuf fikriyatının başta gelen temel taşlarındandır. Sadreddîn-i Konevî başta olmak üzere, Molla Câmî, Fahreddîn-i Irakî, Davûd-ı Kayseri ve daha bir çok kimse, onun eserlerinin ve düşüncelerinin yayılmasına yardım etmişlerdir. Vahdet-i Vücûd felsefesinin temel kaynağı olarak kabul edilen ve büyük bir şöhrete sahip olan "Fusûsu'l-Hikem", Konevî'den başlayarak zamanımıza kadar defalarca tercüme ve şerh edilmiştir.21
Burada İbnü'l-Arabî'nin Vahdet-i Vücûd felsefesinin XIII. asırda Anadolu'da tanınıp yayılmasındaki önemli rolü bakımından, kısaca Sadreddîn-i Konevî'den de söz etmek gerekir.
Konevî, üvey babası ve üstadı İbnü'l-Arabî'nin özel terbiyesi altında yetişmiş bir mütefekkirdir. O, üstadının Vahdet-i Vücûd felsefesini şerh ederek Anadolu insanına tanıtmaya çalışmış ve o dönemde Konya'da klâsik tasavvufun tamamiyle yerleşip kuvvetli bir fikir cereyanı halini almasında çok büyük rol oynamıştır. Konevî'nin yetiştirdiği pek çok talebe arasında, Müeyyidüddîn-i Cendî, Saadeddîn-i Ferganî, Kutbeddîn-i Şîrâzî, Mevlânâ Şemseddîn-i Mekkî ve Fahreddîn-i Irakî gibi Anadolu tasavvuf büyükleri de vardır. Konevî yazmış olduğu eserlerle22 bir taraftan İbnü'l-Arabî'nin muğlak ve karmaşık fikirlerini basitleştirerek onların anlaşılmasını kolaylaştırmış ve halka maletmiş; diğer taraftan da hocasının tenkitlere konu olan ve İslâm'la bağdaşmaz gibi görünen düşüncelerini mutedil bir tarzda şerh ve izah etmiştir. Bu suretle o, kendinden sonra Anadolu'da yetişen mutasavvıflar üzerinde büyük bir tesir icra etmiştir. 23
Anadolu'daki tasavvufî hayatın gelişip şekillenmesinde önemli rol oynayan ve aksiyoner, ahlâkçı ve teşkilâtçı özellikleriyle dikkati çeken Mağrib menşeli bu tasavvuf telâkkîsinin yanı sıra, aynı dönemde Türk tasavvufuna kaynak teşkil eden bir başka unsur da, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin temsil ettiği tasavvuf anlayışıdır. Daha çok İran etkilerini taşıyan Mevlânâ tasavvufunun temel özellikleri, sanat ve estetiğe ağırlık vermesi ve sınırsız bir insan sevgisi ve hoşgörüyü telkin etmesi şeklinde özetlenebilir. İbnü'l-Arabî'nin ahlâkçı ve aksiyoner tasavvuf anlayışına karşılık, Mevlânâ'nın tasavvufu pasif, estetik ve sevgi ağırlıklı bir yapıya sahiptir.24 Asıl itibariyle İslâm'dan hareket eden ve felsefî plânda İbnü'l-Arabî'nin Vahdet-i Vücûd'unu benimseyen Mevlânâ, Orta Asya ve İran tesirlerine maruz kalmış, İran edebiyatı ve fikriyatı ile yetişmiştir. Diğer taraftan o, Necmeddîn-i Kübrâ veya babası Bahâeddîn Veled'in şerîata istinad eden tasavvufu ile Hakîm-i Senâî ve Ferîdüddîn-i Attâr'ın mistik edebiyatının ve İbnü'l-Fârız'ın lirik sanatının izlerini taşımaktadır. Fakat Mevlânâ bu geniş kültür ve sanat birikimini gerçek anlamda kendine has üslûbuyla Anadolu'da ortaya koymuştur. O, farklı kültürlerin karşı karşıya geldiği Anadolu'da, şahsiyeti, düşüncesi ve sanatıyla kendisini kabul ettirmesini bilmiş bir şahsiyettir.
Mevlânâ, ortaya koyduğu insanî ve estetik tasavvuf anlayışı ile, Haçlı seferleri, Moğol istilâsı ve içerideki kargaşalardan muzdarip durumda olan Anadolu insanına manevî huzur bahşeden bir kaynak durumundadır. Onun bedîî tasavvufu, mistik dünya görüşünü şiirle ifade etmekle kalmamış, geliştirdiği yeni "sema" şekli ve musikî tarzı ile Anadolu tasavvuf hayatına yeni estetik boyutlar kazandırmıştır. Onun "şems" ve musikîye karşı takındığı bu müsbet tavır, mutaassıp medrese muhitinde kendisine karşı açık bir aleyhtarlığın doğmasına sebep olmuş; buna karşılık o da "ulemâyı rüsûm" dediği bu mutaassıp zümreyi tenkit eden sözler sarfetmiştir. Meselâ Fahreddîn-i Râzî'nin talebelerinden olup, kendisine cephe afan Kadı Sirâceddîn-i Urmevî'ye hitaben yazdığı bir rubâisinde şunları söylemiştir: "Sen İmâm-ı Azam'ın yolunu takip etmek iddiasındasın. Halbuki onun yolunda olmak senin için mümkün değildir. Zira o kadılığı kabul etmemek için ölmüştü; sen ise kadılığı kaybetmemek için ölüyorsun!" 25
Mevlânâ'ya yöneltilen bu tenkitler fazla etkili olmamış, eserlerindeki kuvvet ve şahsiyetinin tesiriyle taraftarları gittikçe çoğalmış ve bütün Anadolu'yu etkisi altına almıştır. Ancak asla unutmamak gerekir ki, Mevlânâ'nın tesiri daha çok saray çevresinde ve şehir merkezlerinde olmuş; medrese muhiti ile kasaba ve köylerde fazla etkili olamamıştır. Zaten onun kullandığı Farsça sadece saray muhitinde ve yüksek tabaka arasında kullanılmaktaydı. Köylerde ve kırsal kesimde yaşayan geniş halk kitlesi ise Türkçe konuşup yazıyordu. Mevlânâ'nın saraydaki ve yüksek memurlar üzerindeki tesiri ise çok büyük olmuştur. Eflâkî'ye göre Sultan Rükneddîn onun mürîdi idi. Ayrıca Muhinuddîn Pervane'nin sarayında sık sık büyük toplantılar tertip edilir, "semâlar icra edilirdi. Mevlânâ, musikîsi ve "sema"i ile, zamanındaki yüksek tabakanın ve çevresinin de sempatisini kazanmıştı. Bu şöhret ve kudretinden dolayı, başlangıçta kendisini tasvip etmeyen birçok tarikat ve tasavvuf erbabı, giderek onu tasvip ve takdir etmeye başlamıştır. Onun bu mânevî otoritesi, zamanla Anadolu tasavvufunu etkileyen en büyük unsurlardan biri haline gelmiştir.26 Mevlânâ'nın geliştirdiği "semâ" sadece tasavvuf çevresini etkilemekle kalmamış, genel olarak Osmanlı döneminde edebiyat ve musikînin inkişafını sağlayan en büyük faktörlerden biri olmuştur.27
Şu halde, klâsik Türk tasavvufunun temelinde, kutup özelliği taşıyan bu iki büyük şahsiyeti görüyoruz. Elbette bu şahsiyetleri yetiştiren fikir ve düşünce ortamının ve o dönemde yetişmiş olan nice tasavvuf büyüğünün Türk tasavvufunun doğup gelişmesinde katkıları olmuştur. Ancak, onların yaptığı tesir, sanki bu şahsiyetlerin potasında erimiş ve bu zatlar bize göre Anadolu tasavvufuna yön veren şahsiyetlerin en önde gelenleri olarak tarihe geçmiştir. Biri Mağrib tesirlerini, diğeri de Doğu tesirlerini temsil eden ve henüz kendi kültür kaynaklarına bağlı kaldıkları için Türkçe yazmaya başlamamış olan bu iki zat, ileride yetişecek olan büyük Türk mutasavvıflarına rehberlik etmiş ve Türk tasavvufunda kuruculuk vazifesi görmüşlerdir. Artık Türk tasavvuf şiirinin şaheserini ortaya koymuş olan Yûnus Emre, tasavvufî nesri kemale erdiren Sinan Paşa, tasavvuf felsefesine dair üstün eserler yazan Bursalı İsmail Hakkı, tasavvufî ahlâkı bir halk düsturu haline koyan Erzurumlu İbrahim Hakkı ve daha nice büyük Türk mutasavvıfı, nazarî sahada Ibnü'l-Arabî ve Mevlânâ'nın hazırlayıp işlemiş olduğu zemin üzerinde yürümekten başka bir şey yapmamışlardır. Bundan dolayı, Anadolu'da yazılmış olan, tasavvufa ait bütün edebî, felsefî ve didaktik eserlerin fikrî temellerini bu iki şahsiyette bulmak mümkündür.28 Anadolu'da tasavvufî sahada en çok şerh edilen ese