Hit (1704) Y-3982

Alparslan

Künyesi : Ebû Şücâ' Muhammed b. Dâvûd Adudüddevle Lakabı : Burhânü Emîri'l-mü'minîn
Tabakası : 11.Yüzyıl E-Posta :
D.Yeri : D.Tarihi :
Ö.Yeri : Ö.Tarihi : 15.12.1072
Görevi : Hükümdar Uzm.Alanı : Hükümdar
Görev Aldığı Kurumlar : Mezuniyet :
Bildiği Diller : Mezhebi : İtikad : , Amel : , Ahlak :
Ekleyen : Nurgül Çepni/2009-11-10 Güncelleyen : /0000-00-00

Alparslan

Ebû Şücâ' Muhammed b. Dâvûd Adudüddevle Burhânü Emîri'l-mü'minîn

Büyük Selçuklu Devleti'nin ikinci hükümdarıdır.

Horasan Meliki Çağrı Bey'in oğludur.

Doğum tarihini XII ve XIII. yüzyıl tarihçi­leri 424 (1032-33), daha sonraki kay­naklar ise 421 (1030) olarak vermekte­dirler.

Ancak Ortaçağ İslâm tarihçileri­nin en güveniliri kabul edilen İbnü'l-Esîr, devrinin diğer tarihçileri gibi 424 yılını kaydetmekle birlikte, 420 Muharremin­de yapıldığı bilinen Selçuklu-Karahanlı savaşı başlamadan önce Çağrı Bey'e bir oğlu olduğu müjdesinin gelmesi olayını da kaydederek gerçek doğum tarihini 1 Muharrem 420 (20 Ocak 1029) şeklinde vermektedir.

Alparslan'ın 435 (1043-44) yılında Gazneliler'in hücumlarını püskür­ten kuvvetlere kumanda etmiş olması da bu tarihi desteklemektedir. Çünkü doğum yılı 424 kabul edildiğinde Alpars­lan'ın henüz bulûğa ermemiş on onbir yaşlarında bir çocuk iken ordu kuman­danlığına getirilmiş olması gerekir ki bu pek mantıkî değildir.

Henüz küçük yaşta iken, babası Çağrı Bey'in hastalanması üzerine idareyi ele alarak Gazneli taarruzlarını durdurma­sı, yine babasının sağlığında Karahanlılar'a (1049) ve Gazneliler'e karşı (1058) zaferler kazanması, zaten Çağrı Bey'in son yıllarında veliaht sıfatıyla fiilen yönettiği Horasan Selçuklu Devleti'nde ve hatta bütün Selçuklu topraklarında bü­yük bir itibar kazanmasına yol açmıştı.

Bu sebeple Çağrı Bey'in Receb 451 de (Ağustos 1059) ölümü üzerine Horasan meliki olduğu zaman hanedanın diğer mensupları arasından itiraz eden çıkma­mış, ayrıca onun tutum ve davranışla­rından ileride Selçuklu sultanlığı için de kuvvetli bir aday olacağı anlaşılmıştı.

Ni­tekim Alparslan, amcası Sultan Tuğrul (Bey) Ramazan 455'te (Eylül 1063) arka­sında evlât bırakmadan ölünce, kendi va­siyeti üzerine tahta çıkarılan Süleyman'ın sultanlığını kabul etmemiş ve derhal mü­cadeleye girişmiştir.

Çağrı Bey'in son zevcesinden doğan, dolayısıyla Alpars­lan'ın kardeşi olan en küçük şehzade Süleyman, annesinin Çağrı Bey'in ölümü üzerine amcasıyla evlenmiş olmasından ötürü Tuğrul Bey'in üvey oğlu durumuna gelmiş ve annesi ile vezir Amîdülmülk'ün gayretleri sonucunda da veliaht tayin edilmişti.

Alparslan, Tuğrul Bey'in ölü­münden hemen sonra vezir Amîdülmülk tarafından tahta çıkarılan Süleyman'a karşı harekete geçmeye hazırlandığın­da, ağabeyi Kirman Meliki Kavurd, am­cası Mûsâ İnanç Yabgu, Çağrı ve Tuğrul beylerin amcazadeleri olan Selçuk'un to­runu Kutalmış da taht üzerinde hak ta­lep ediyorlardı;

bunlardan Kutalmış üç yıl önce Tuğrul Bey'e karşı isyan etmiş­ti.

Alparslan, önce kendisini emniyete almak için, Tuğrul Bey'in ölümü üzerine isyan eden Huttalan ve Sâgâniyan emîr­leri ile Herat'ta bulunan ihtiyar amcası İnanç Yabgu üzerine yürümek zorunda kaldı.

Âsi emîrleri itaat altına aldıktan sonra İnanç Yabgu'yu da mağlûp ederek taht üzerindeki hak talebinden vazgeçiren ve onu tekrar eski yerinde bıra­kan Alparslan, büyük bir ordu ile impa­ratorluk başkenti Reye doğru hareket etti.

Ancak onun bu meşguliyetinden dolayı gecikmesi sırasında kendi adına hutbe okutarak sultanlığını ilân eden Kutalmış 50.000 kişilik ordusuyla Rey üzerine yürümüş ve karşısına çıkarılan kuvvetleri bozguna uğratarak vezir Amîdülmülk'ü muhasara altına almıştı.

Tah­ta çıkarılan Süleyman ise sultanlığını ka­bul etmeyen rakiplerine göre kendi za­yıflığını farkederek daha önce Reyi terkedip Şiraz'a çekilmişti.

Kutalmış'ın kar­şısında uzun süre dayanamayacağını an­layan Amîdülmülk, Alparslan'dan yardı­ma gelmesini isteyerek onun adına hut­be okuttu.

Böylece olayların başından beri Alparslan'ı sultan olarak görmek isteyen ordu içindeki pek çok kumandan ve askeri de memnun etmiş oluyordu.

Alparslan'ın yaklaşmakta olduğunu ha­ber alan Kutalmış muhasarayı kaldırıp savaşı kabul edebileceği uygun bir yer olan Damgan civarında Milh vadisine gel­di ve akarsuların yönünü değiştirerek çevreyi bataklık haline getirdi.

Fakat sa­vaş alanında önceden tertibat alması­na ve ordusunun da daha güçlü olması­na rağmen, 1063 yılının son günlerinde cereyan ettiği sanılan savaşta mağlûp oldu ve dağılan ordusunu kendi kalesi Girdkûh'a doğru çekmeye çalışırken ka­yalık bir bölgede atından düşerek öldü.

Alparslan'ın hükümet merkezine girmesi üzerine de İsfahan'a kadar ilerlemiş olan Kirman Meliki Kavurd kendi top­raklarına geri döndü ve Alparslan adına hutbe okuttu.

Alparslan'ın Rey'de tahta çıkmasından ve adına hutbe okutup sik­ke kestirmesinden sonra saltanatı, Ab­basî Halifesi Kâim-Bi emrillâh tarafından da mûtat törenlerle tasdik ve ilân edildi (7 Cemâziyelevvel 456/27 Nisan 1064).

Alparslan, Rey'e girmesini takip eden iki ay içinde idarî işlerle ve ordunun hazılıklarıyla meşgul olarak Şubat 1064'te "Rum gazası" adı verilen batı seferine çıktı.

Alparslan hükümdarlığı süresince devletin batı yönüne daha çok önem ver­miş, batıda fetih, doğuda ise genellikle asayişi temin amacıyla harekâtta bulun­muştur.

Bunun başlıca sebebi, babası Çağrı Bey'in kırk beş yıl önce Bizans top­raklarına yaptığı akınlar sırasında keş­fedilen Doğu Anadolu yaylalarının Türk­menler için en uygun yerleşme alanı ola­rak görülmesidir.

Selçuklu Devleti, mun­tazam teşkilâtı, kuvvetli ordusu ve mü­kemmel idaresiyle Orta Asya bozkırla­rında kendilerini pek emniyette görme­yen ve ayrıca ekonomik sıkıntı içinde bo­calayan çeşitli Türk toplulukları için sı­ğınılacak ideal bir siyasî kuruluş duru­mundaydı.

Bu sebeple, bir daha dönme­mek üzere Selçuklu topraklarına akan ve Türkmen adıyla anılan bu kalabalık kitleler, kısmen Selçuklu şehzadelerinin hizmetine girerek fetihlere katılırlarken kısmen de kendi reislerinin emrinde, ha­yat tarzlarına uygun iklimlerde yeni yurt­lar edinmek için savaşıyorlardı.

XI. yüz­yılın başlarından beri aralıksız sürege­len göçler dolayısıyla Selçuklu ülkesinin hemen her tarafına dağılan ve yer yer sosyal rahatsızlıklara da sebebiyet ve­ren bu Türkmenlerin alışkın oldukları şartlara uygun bir memlekete yerleşti­rilmeleri gerekiyordu.

Bu memleket ise, bozkırları hatırlatan ve hayvan yetiştir­meye elverişli olan bölgeleriyle Anadolu idi.

Hıristiyanların elinde bulunan Ana­dolu'nun fethedilmesi gerektiği husu­sunda kararlı oldukları anlaşılan Selçuk­lu devlet adamları, Türkmenler'i Bizans sınırlarına doğru sevketmeyi devletin resmî iskân siyaseti olarak kabul etmiş­lerdi.

Fakat Urmiye gölü yöresinden Tif­lis'in kuzeyine kadar uzanan yerlerde Bi­zans politikasına hizmet eden birer ileri karakol durumunda bazı küçük prens­likler bulunuyor Anadolu'ya ulaşmak için önce buralardaki savunmanın kınlması icap ediyordu.

Alparslan, çocukları ara­sında en fazla sevdiği Melikşah ile Ho­rasan'dan getirdiği eski veziri Nizâmül-mülk de beraberinde olarak Rey'den Azerbaycan'a hareket etti ve ordusu yolda, sefer halinde bulunan Türkmen reisi Tuğtegin tarafından da takviye edil­di.

Melikşah ile Nizâmülmülk'ün emri­ne verilen kuvvetler Aras’ın kuzeyindeki müstahkem yerleri zaptederken Gürcis­tan'a giren Alparslan'ın kumandasında­ki ordu da Kür ırmağının çevirdiği Tria-iet'e, oradan Kvelis-Kür'e, sonra Şavşat yolundan Taik yöresine ve Gürcü kralı­nın kaçması üzerine de Çıldır gölünün kuzeyindeki Ahılkelek'e kadar ulaşarak pek çok şehir ve kaleyi fethetti.

Ahılkelek önlerinde Melikşah - Nizâmülmülk kuv­vetleri ile birleşen Alparslan, bu müs­tahkem şehri 1064 yılı Haziranında ele geçirdi.

Bu arada, Ahılkelek'in de düş­tüğünü gören Lori prensi Kuirike (Georgi) Selçuklular'a tâbi olmayı ve cizye öde­meyi kabul etti.

Bundan sonra Alpars­lan Doğu Anadolu'ya geçerek Bizanslı­ların elinde bulunan, bölgenin en müs­tahkem şehri Ani’yi kuşattı.

Bir aydan fazla devam eden muhasara ve çok şid­detli çarpışmalar sonunda şehir Selçuklu­ların eline geçti (16 Ağustos 1064).

Zaptı imkânsız sanılan Ani'nin müslümanlar tarafından fethedilmesi Doğu'da ve Batıda büyük yankılar uyandırmış, Ha­life Kâim-Biemrillâh özel elçisiyle gön­derdiği mektubunda takdir ve tebrikle­rini bildirerek Alparslan'a "Ebü'l-feth" lakabını vermiştir.

Ani'nin düşmesi üze­rine Kars prensi Gagik (Hayık) Alpars­lan'ı Kars'a davet ederek büyük tören­lerle karşıladı ve tâbiiyetini sundu.

Alparslan, Kirman Meliki Kavurd'un isyankâr tutum takındığı haberinin gel­mesi üzerine Doğu Anadolu'daki hare­kâtını yarım bırakarak Reye döndü ve oradan Hemedan'a geçti (Aralık 1064).

Kavurd'un af dilemesiyle sonuçlanan bu olaydan sonra, Horasan melikliği sıra­sında oturduğu Merv'e giden Alparslan kışı orada geçirerek idarî düzenleme­lerle ve hanedan mensuplarının çeşitli bölgelere melik ve emîr tayin edilmele­riyle meşgul oldu.

1065 sonbaharında büyük bir ordu ile Hârizm'e hareket eden Alparslan, Mangışlak taraflarında, İslâmiyet'i kabul et­memiş Türk ve Moğollar ile iş birliği ya­parak kervanlara saldıran ve kargaşalık çıkaran Türkmen kabilelerini bozkırlara doğru uzaklaştırdı.

Daha sonra Kıpçak­lar'ı itaat altına alıp doğuya yöneldi ve Mâverâünnehir'de fetihlerde bulundu.

Siriderya kenarındaki Cend şehrinde bu­lunan atası Selçuk'un mezarını ziyaret etti ve kendisini uzak mesafeden hedi­yelerle karşılayan Cend hanının toprak­larını Melikşah'ın hükmü altında Selçuklular'a bağlayarak seferini tamamladı.

Alparslan'ın asayişi temin amacıyla baş­lattığı doğu seferi, Hazar denizinden Taşkent'e kadar bütün toprakların bü­yük bir kısmı savaşmaya dahi gerek kal­maksızın Selçuklu hâkimiyetine girme­siyle sonuçlanmıştır.

Alparslan'ın Horasan'a döndükten son­ra muhteşem bir törenle oğlu Meliksah'ı veliaht tayin etmesi (Temmuz 1066) ve Selçuklu topraklarının tamamında onun adının da hutbelerde okunmasını em­retmesi üzerine Kirman Meliki Kavurd 1067 yılı başlannda isyan etti.

Kavurd, Kirman'a yürüyen Alparslan'ın öncü kuv­vetleri karşısında gönderdiği ordunun dağılması üzerine yine af dilemek zo­runda kaldı. Alparslan'ın, ağabeyi Kavurd'u affetmesi, ayrıca kızlarına büyük miktarda çeyizlik vermesi onu iyilikle kendine bağlamaya çalıştığını göster­mektedir.

1067 yılını Kavurd ve onun arkasın­dan isyan eden Şiraz Meliki Fazlûye ile uğraşarak geçiren Alparslan, 1068 yılı başlannda ikinci defa Kafkasya üzerine yürüdü.

Amacı bu defa bütün Azerbay­can'ı bir daha huzursuzluk kaynağı ol­mayacak şekilde Selçuklular'a bağlamak­tı.

Çünkü Kavurd'un daha önceki isyanı ile yarım kalan birinci Kafkas seferin­den sonra hemen bütün prensler baş kaldırmış durumda idiler. Beraberinde Nizâmülmülk ve ünlü kumandanlarından Sav Tegin de bulunan Alparslan, Tiflis dahil Kartli, Şirak, Vanand, Nig, Gugark, Arrân ve Gence gibi Azerbay­can'ın çeşitli bölgelerinde hüküm süren küçük prenslikler ile Şeddadî emirleri­ni hâkimiyeti altına aldı.

Ancak, Alpars­lan'a bağlılıklarını arzeden ve hatta bir­kaçı kendi istekleriyle İslâmiyet'i kabul eden bu prenslerin kesin şekilde Selçuk­lu hâkimiyetine girmeleri, ertesi yıl tek­rar bölgeye gönderilen Sav Tegin'in ha­rekâtı ile gerçekleşebilmiştir.

Kafkasya seferi devam ederken Karahanlı Hükümdarı İbrahim Han'ın öl­mesi ve oğulları arasında başlayan taht kavgalarının Selçuklu menfaatlerine ha­lel verecek duruma gelmesi üzerine Al­parslan ülkesine dönmek zorunda kal­dı.

Ancak, İbrahim Han'ın ölmeden ön­ce kendi eliyle tahta çıkardığı Şemsül-mülk Nasr'ın duruma hâkim olması üze­rine müdahale etmekten vazgeçti.

Do­ğuda tehlikeli bir durum kalmaması üze­rine dikkatini tekrar batıya çeviren Al­parslan Anadolu, Mısır ve Suriye'de ce­reyan eden olaylarla ilgilenmeye başladı.

Alparslan'ın her iki Kafkasya - Doğu Anadolu seferini de yarım bırakmış ol­masına rağmen Türkler'in Anadolu'daki ilerlemeleri devam ediyordu.

Anadolu'da ilerleyen bu Türkler, Tuğrul Bey zama­nından beri Anadolu'ya yöneltilen Türk­men aşiretleri ile Tuğrul Bey'in ölümü üzerine meydana gelen taht kavgaları ve isyanlar sırasında taraftarlarıyla bir­likte Alparslan'dan kaçan bazı kuman­dan ve şehzadelerdi.

Birbirinden müs­takil hareket eden bu kuvvetler pek çok önemli şehri ele geçirmişler ve Bizans İmparatorluğu için açık bir tehlike oluşturmaya başlamışlardı.

Anadolu'nun sü­ratle ellerinden gitmekte olduğunu gö­ren Bizanslılar, 1068 yılında dul imparatoriçe ile evlenmek suretiyle tahta ge­çen Romanos Diogenes'e kurtarıcı gö­züyle bakıyorlardı.

Daha önce Balkanlar'da Peçenekler'e karşı kazandığı ba­sanlarla iyi bir kumandan olduğunu is­pat eden Romanos Diogenes, 1068 ba­harında çoğunluğu ücretli askerlerden oluşan bir ordu ile Anadolu seferine çık­tı.

Ordu iyi teçhiz edilmemiş olmakla bir­likte bizzat imparatorun kumandasında bulunduğu için yüksek morale sahipti.

Romanos Diogenes, Kayseri-Sivas-Divriği- Malatya -Toroslar üzerinden güneye inip Suriye yolunda stratejik değeri olan Menbic Kalesini fethederek kış ortalarında Bizans'a döndü.

İmparator muh­teşem törenlerle karşılanmış olmasına rağmen aslında büyük bir basarı elde edememişti.

Çünkü Bizans ordusunun önünden çekilen Selçuklu ve Türkmen süvarileri başka yönlerden akınlarına devam etmişler, bu arada Niksar ve Ammûriye (Amorion) gibi önemli kaleleri de ele geçirmişlerdi.

Ertesi yıl ikinci Anadolu seferine çıkan Romanos Dioge­nes Kayseri, Palu, Sivas bölgelerinde ha­rekâtta bulundu; buna karşı Türkmen akıncıları da Konya'ya kadar ilerleyip şehri yağmaladılar.

1070 yılında, saray­daki muhalefet sebebiyle üçüncü Ana­dolu seferine bizzat çıkamayan Roma­nos Diogenes'in iki ayrı koldan gönder­diği ordu yine önemli bir başarı elde edemeden geri döndüğü gibi arkasın­dan gelen Afşin Bey kumandasındaki akıncılar da Marmara sahillerine kadar ilerlediler.

Bu durum karşısında Dioge­nes, Türk meselesini kökünden hallet­mek üzere kalabalık ve çok mükemmel teçhiz edilmiş bir ordunun başında, yal­nız Anadolu'yu akıncılardan temizlemek değil, İran içlerine yürüyerek Selçuklu başkentini de zaptetmek kararı ile 13 Mart 1071 günü dördüncü seferine çıktı.

Anadolu'da olaylar, kaçınılmaz bir Ro­manos Diogenes-Alparslan karşılaşma­sına doğru tırmanırken Alparslan Suri­ye ile meşguldü ve Mısır'daki Şiî Fatımî iktidarını yıkmayı hedef edinmişti.

Çün­kü Tuğrul Bey zamanından beri Selçuk­luların kurmaya çalıştığı İslâm dünya­sındaki dinî-siyasî birlik, Fâtımîler'in ak­si yöndeki çabaları sebebiyle istenen dü­zeyde gerçekleşemiyordu ve hâlâ İslâm dünyası iki başlı bir görünüm arzediyor, hutbeler bölgelere göre Sünnî Abbasî halifesi veya Şiî Fatımî halifesi adına okunuyordu.

Selçuklular, yıllarca Abbasî halifelerini baskı altında tutan Şiî Büveyhîler'in tahakkümüne son vermişler ve esir alınarak zindana atılan Halife Kâim - Biemrillâh'ı kurtarıp tekrar ma­kamına oturtmuşlardı.

1070 yılında Al­parslan, Haremeyn-i şerifeyn'de (Mekke, Medine) tekrar Halife Kâim - Biemrillâh adına hutbe okunmasını sağlamış ve bu sebeple de "Burhânü Emîri'l-mü'minîn" (halifenin delili, halifenin halife olduğunu is­pat eden) unvanını almıştı.

Bu olaydan sonra, Suriye'nin Selçuklu Devleti'ne geç­mesini arzu eden Hamdânî Hükümdarı Nâsırüddevle, Alparslan'dan Fâtımîler'e karşı yardım istedi.

Bunu fırsat bilen Al­parslan büyük bir ordu ile hareket ede­rek (Temmuz 1070) Azerbaycan'dan gü­neybatıya doğru uzanan stratejik yolun başındaki Malazgirt ve Erciş kalelerini zaptedip Meyyâfârikin (Silvan) ve Âmid (Diyarbakır) yöresine indi.

Bağlılıklarını bildiren bölge emirlerini huzuruna kabul ettikten sonra Urfa önlerine geldi (Ekim 1070) ve kuşatmasına karşı iki ay dire­nen Urfa'dan 50.000 dinar haraç alıp bazı Bizans kalelerini de fethettikten sonra Mirdâsîler'in elinde bulunan Halep'e yöneldi.

Halep emîrinin huzura çık­mayı reddederek kaleye kapanması üze­rine şehir muhasara altına alındı.

Ancak bir süre sonra emîrin Oğuz elbiseleri gi­yerek annesiyle birlikte Alparslan'ın önü­ne gelmesi, affedilmesine ve yerinde bı­rakılmasına sebep oldu.

Bu sırada Al­parslan Şam üzerine yürümeyi planlar­ken bir Bizans elçisi gelerek imparato­run Malazgirt ve Ahlat'a karşılık, iki yıl önce fethettiği Menbic'i Selçuklulara bırakmak istediğini bildirdi.

Elçiye olum­suz cevap veren Alparslan, Batı Anado­lu'dan Ahlat'a dönen Emir Afşin'den al­dığı ve Anadolu'da ciddi bir Bizans teh­likesi bulunmadığını bildiren rapora gü­venerek planında değişiklik yapmadı.

An­cak aynı günlerde, Diogenes'in büyük bir ordu ile Anadolu'ya hareket ettiği ha­berinin gelmesi üzerine, Bizans elçisinin imparatorun savaş istemediği hissini uyandırmak için oyalama taktiği ile gön­derildiği anlaşıldı.

Yine de Fâtımîler hak­kındaki tasavvurlarından vazgeçmeyen Alparslan ordusunun bir bölümünü Şam'ı fethetmek üzere Suriye'de bırakarak sü­ratle Musul'a doğru hareket etti (6 Ni­san 1071).

Alparslan'ın önce doğuya, dost topraklara yönelerek ordusundaki yaşlı ve yorgun savaşçıları terhis edip yerleri­ne zinde kuvvetler alması ve çeşitli sa­vaş hazırlıkları görmesi, Anadolu üze­rinde Bizanslılar'la koz paylaşma vakti­nin geldiğine inanmış olduğunu göster­mektedir.

Çünkü Romanos Diogenes'in Anadolu'da ilerlerken topladığı takviye güçlerle 200.000 kişiye varan ordusu­nun o güne kadar görülmemiş teçhiza­tı, özellikle muhasara aletlerini de bir­likte getirmiş olması, Bizanslılar'ın bü­tün güçleriyle ve son sözlerini söylemek amacıyla geldiklerini ortaya koyuyordu.

26 Ağustos 1071 Cuma günü Malaz­girt ovasında cereyan eden meydan sa­vaşı gerçekten son sözün söylendiği bir savaş olmuş, Selçuklular'ın elde ettiği büyük zafer Türkler'e Anadolu kapıları­nı açarak dünya tarihinin geleceğine te­sir etmiştir.

Artuk, Mengücük, Saltuk, Dânişmend ve diğer Türkmen beylerinin güçleriyle birlikte Bizans kuvvetlerinin ancak dört­te birine ulaştığı tahmin edilen Selçuklu ordusunun bu savaşta büyük basarı el­de etmesini, moral gücünün yüksekliği­ne ve taktik üstünlüğüne bağlamak ye­rinde olacaktır.

Bizans kuvvetleri, arala­rında dil, din, ortak gaye gibi birleştirici unsurlar bulunmayan ve daha önce bir­birleriyle devamlı surette savaşmakta olan Frank-Norman, Bulgar, İslav, Peçenek (Kuman), Uz (Oğuz), Gürcü ve Erme­ni topluluklarından derlenmişti.

Bizans ordusunun pek çoğu ücretli olan bu ka­rışık askerlerden teşekkül etmesine kar­şılık Selçuklu ordusu yalnız müslüman Türkler'den ibaretti ve bu askerler üc­ret karşılığı savaşmıyorlardı.

Aynı şekil­de, Bizans kumandanları arasında da çeşitli fikir ayrılıkları, şahsî kin ve haset duyguları bulunurken Selçuklu kuman­danları, Alparslan'ın tahta çıktığı gün­den beri çevresinde kenetlenmiş olan Sav Tegin, Ay Tegin, Porsuk ve Gevherâyin gibi kişilerdi.

Bizans ordusunun küt­le savaşı yapan, manevra kabiliyeti za­yıf ağır teçhizatlı birliklerine karşı Türk kuvvetlerinin hemen bütünüyle hafif teç­hizatlı, manevra kabiliyeti yüksek süva­ri kıtalarından meydana gelmiş olması, savaşın seyri ve sonucu üzerinde mües­sir olmuştur.

Üstün güçlerine rağmen Bizanslılar'ın mağlûp olmalarında rol oy­nayan en önemli âmil ise Alparslan'ın uy­guladığı savaş planıdır.

Alparslan, Türk­lerin tarih boyunca kara ve deniz sa­vaşlarında daima kullandıkları, merke­ze yerleştirilen zayıf fakat süratli birlik­lerin sahte ricatla düşmanın merkez kuvvetlerini peşlerine takıp yan cenah­ların arasına sokmaları ve aniden geri dönerek çembere almaları taktiğini uy­gulamış, Bizans kıtalarının kolay manev­ra yapamamaları da başarıya ulaşması­nı çabuklaştırmıştır .

İster müslüman ister hıristiyan olsun eski tarihçilerin tamamının ittifakla, an­cak teferruatta küçük farklılıklarla an­lattıkları üzere, Alparslan mağlûp Bizans imparatoruna şeref misafiri muamelesi yapmış, savaş alanında ele geçirilen tah­tını kendi tahtının yanına kurdurarak tacını başına bizzat giydirmiştir.

İki hü­kümdar arasında dostluk kurulmuş ve metni bugün mevcut olmayan bir barış antlaşması imzalanmıştır.

Ancak Roma­nos Diogenes'in gıyabında tahttan indi­rilmesi ve bir süre sonra da hileyle ele geçirilerek gözlerinin oyulup ölümüne sebebiyet verilmesi (4 Ağustos 1072) üze­rine bu antlaşma hükümleri uygulana­mamıştır.

Bütün celâdet ve haşmetine rağmen son derece duygulu bir insan olan Al­parslan, 1072 Eylülü sonunda Türkis­tan seferine çıkmak üzere iken Roma­nos Diogenes'in acıklı sonunu öğrenince çok üzülmüş ve banş antlaşmasının ar­tık geçersiz olduğunu ilân ederek Bizans üzerine ordu gönderilmesi

[1] http://www.vatanbir.org/haber/1560/sultan-alparslanin-mezari-bulundu