Künyesi : | Lakabı : |
Tabakası : | E-Posta : |
D.Yeri : | D.Tarihi : |
Ö.Yeri : | Ö.Tarihi : 1002/1593-94 |
Görevi : | Uzm.Alanı : Şiir |
Görev Aldığı Kurumlar : | Mezuniyet : |
Bildiği Diller : | Mezhebi : İtikad : , Amel : , Ahlak : |
Ekleyen : /2008-07-05 | Güncelleyen : /0000-00-00 |
Ahdi , Ahmed Ahdî b. Şemsî i Bağdadî
Gülşen-i Şuarâ tezkiresinin müellifi ve şair.
Ahdî, Bağdat'ın önde gelen ulemâsından aynı zamanda şairliği ve eserleriyle de tanınmış olan Mevlânâ Semsi’nin oğludur.
Fertlerinin çoğu şiirle meşgul Bağdatlı bir aileye mensup olan şairin, Bağdat'ın Osmanlı idaresine girdiği çağa rastlayan yetişme devresi hakkında hiçbir bilgimiz bulunmamaktadır.
Ahdî, kendisinden çok şeyler öğrendiği Rumeli Yenişehirli şair ve mutasavvıf Ârifî adlı bir şahıstan bahsederse de onunla tanışıklığı çok sonraya, hayatının olgunluk çağına rastlar.
Bağdat şairlerinin çoğunda olduğu gibi Ahdî de payitaht İstanbul'a gitmek sevdasına düşerek bir şair arkadaşı ile birlikte 960'ta (1553) on bir sene kadar sürecek bir yolculuğa çıkar.
Osmanlı ülkesine gelişi ve orada barınışının Kanûnî'nin oğlu Şehzade Selimin himaye ve yardımı sayesinde mümkün olduğunu belirten Ahdînin şehzade ile tanışıklığının başlangıcını, Selim'in Nahçıvan seferine çıkan Kanunî Süleyman'ın beraberinde Zilhicce 960'ta (Kasım 1553) Halep'e gelip Maraş'ta kışlamağa memur olduğu devrede aramak gerekecektir.
Yolculuğun ilk merhalesinde başlayan bu münasebetin, daha sonra şehzadenin sancakbeyi bulunduğu Manisa'da da devam ettiği, çevresindekileride yazacağı tezkirede tam kadrosu ile yer alacak- şairleri burada tanımak imkânını elde ettiği tereddütsüz söylenebilir.
Çıktığı yolculukta İstanbul'a gelene kadar menzil menzil çeşitli yerlerde bir hayli dolaştığını, sultan seviyesindekilere kadar birçok kimselerle münasebet kurduğunu söyleyen Ahdînin eserindeki bazı ipuçlarından anlaşıldığına göre, Manisa'dan önce bir müddet Adana ve Konya'da da kalmıştır.
Adana'da bir kaside sunduğu oranın valisi ve şair Pîrî Paşa'nın dostluğunu kazandığı gibi, Konya'da da 1554'-ten beri vali bulunan Temerrüd Ali Paşa'nın çevresine girmiştir. Uzun bir zaman Ali Paşa'nın hizmetinde bulunduğunu söyleyen Ahdînin, onu daha 1550-1552'deki Bağdat valiliği devresinden tanıdığı muhakkaktır.
Ali Paşa'nın Gülşen-i Şuarâ'nın ilk şekline ait nüshalarda değil de Bağdat’a dönüşünden sonraki tertibinde yer alabilmiş olmasına bakılırsa. Ahdînin kendisiyle kurduğu tanışıklık daha sonraki bir devrede başlamış olmalıdır. Bu münasebetin Ali Paşa'nın Zilhicce 971'de (Temmuz 1564) Anadolu Beylerbeyiliğine tayin olunduğu devreye götürülmesi, bizi Ahdînin Edirne ve İstanbul gibi merkezlerde yıllar geçirdikten sonra vatanına dönüşü için 971 (1564) olarak verdiği tarihin hilâfına, onun Osmanlı ülkesinde bir hayli zaman daha kalmış olduğu ve Bağdat'a dönmesinin daha sonralara uzadığı gibi bir netice ile karşı karşıya bırakacaktır.
Onun, tezkiresinde hususi bir alâka ile yer verdiği Mevlânâ Dergâhîna mensup şairleri Konya'daki bu ikameti sırasında yakından tanıyabilmek fırsatını bulduğu anlaşılmaktadır.
Hareketli geçen ve başlangıçtan bir müddet sonra arkadaşından ayrı düştüğü bir yolculuğu takiben İstanbul'a gelebilen Ahdîyi payitahtın debdebeli ve zengin hayatı yanında, şair ve âlimlerinin tasavvur edemediği derecede çokluğu hayran bırakır.
Bundan sonra Ahdînin hayatında çok feyizli bir devre açılır.
Edebiyat ve kültür âleminin çok sayıda seçkin siması ile tanışmak fırsatını elde eden Ahdî, artık onların meclislerinin de daima hazır bir âzası olur.
Tezkiresinde, meclislerine devam edip devrin usulünce kendilerine hizmette bulunduğu şair ve ulemânın çoğunun ismini vermektedir.
Bunların başında Nev'î, Emri, Edirneli İzârî, Edirneli Mecdî ve Vâlihî gibi ekserisi genç nesilden şöhretler ile ulemâdan Edirne ve İstanbul kadısı (daha sonra Anadolu kazaskeri) Perviz Efendi, Abdülkerim Rızâî Efendi gibi otoriteler gelmektedir.
Ahdî onlarla birlikte İstanbul'dan başka çoğu zaman Edirne'de bulunmuş ve bir ara yine böyle bir münasebetle Bursa'ya da gitmiştir.
Onu, Edirne'de evinde bir sene misafir kaldığı Şakâ'ik mütercimi Mecdî ve 966'da da (1558-59) devrin ünlü müderrisi Rızâî ile Bursa'da buluruz.
Kaldığı çevreler içinde Edirne onun hayatında müstesna bir yer tutar.
Şairlerinden büyük bir alâka ve yardım gördüğünü ifade ettiği Edirne'yi Ahdî manzum bir methiye ile de ayrıca yüceltmekten kendini alamamıştır.
Bu mühim fikir ve sanat merkezlerinde geçirdiği hayat. Ahdî için Osmanlı dil ve edebiyatı üzerinde bir nevi kültür stajı yerini tutmuştu.
Pek çok şairi yakından tanımak ve eserlerini görmek imkânını sağlayan edebiyat ve ilim çevreleri ile devamlı teması, ona bu uzun misafirliğinin sonunda tamamlayacağı tezkiresinin geniş ölçüde malzemesini kazandırır.
Osmanlı ülkesini gördükten sonra geldiği diyarın artık gözüne görünmez olduğunu söyleyen Ahdî, Şehzade Selim'in kendisine açtığı imkânların yanı sıra, ayrıca Perviz Efendi ve Rızâî gibi nüfuz sahibi şahsiyetlerden mazhar olduğu çok yakın alâka ve himayeye rağmen, arasıra, çektiği gurbet ıstıraplarından şikâyet etmekten geri kalmıyordu.
Şiirlerinde görüldüğü üzere, Edirne'de etrafında dolaştığı Tunca nehri kıyılarında zaman zaman Bağdat, Şat (Dicle) nehri ile birlikte hayaline düşmekteydi. Nihayet, on seneyi aşan uzun misafirliğinin sonlarına doğru gittikçe artan vatan hasretiyle Ahdî 971 (1564) yılında Bağdat'a dönmek üzere İstanbul'dan ayrılır.
Eserinde, yol dönüşü şehzadenin huzuruna götürülebilecek en güzel ve en kalıcı hediyenin şiir olduğunu söyleyen Ahdî, işte böyle bir hediye olmak üzere. Kanunînin çok ilerleyen yaşı dolayısıyla tahta çıkacağı günlerin pek yakın olduğu hissolunan Şehzade Selim'e, ülkesinin şairlerini âdeta bir telhis* verir gibi toplu bir şekilde arzedecek olan tezkiresini tamamlayıp takdim etmek istiyordu.
Bu sırada artık Saruhan beylerbeyi bulunan şehzadeyi görmek üzere sancak merkezi Kütahya'ya geldiği ve orada şehzadenin maiyetine sonradan girmiş şairleri de tanıdığı belli olan Ahdî, malzemesi hemen hemen hazır durumda olan tezkiresini, kendisinden gördüğü yardım ve himayenin şükran ifadesi olmak üzere adına ithaf ettiği Şehzade Selim'e sunar.
İfadesine lâyıkıyla dikkat edilmemesi yüzünden, Hasan Çelebi'den başlayarak günümüze kadar çoklarınca Ahdînin, tezkiresini Bağdat'a döndükten sonra yazdığı sanılmıştır.
Karşılığında bir caize ve ihsan beklediği şüphesiz olan eserinin, ülkeden ayrıldıktan sonra hazırlanıp Selim'e takdim edilmesi gibi garip bir durum ortaya çıkaran bu zan, Bağdat'a dönmek niyetiyle yola çıkışını ifade için kullandığı "azîmet" sözünü "avdet", yani ayrıldığı yere dönmüş olmak şeklinde yanlış anlamaktan ileri gelmektedir.
Ahdînin, dönüşünden sonraki yıllarda eserini yeniden ele alırken, onu Selim'in yanı sıra aynı zamanda Bağdat'ın genç ve yaşlı kültür sahiplerine de hediye ettiğine dair önsözüne eklediği ifadenin de bu yanlış anlamada ayrıca payı olmuştur.
Ahdî yola çıkış tarihi olarak gösterdiği 971 (1564) yılını eserinin de yazılış tarihi olarak belirtir.
Ancak, eserin henüz ilâve görmemiş eski şeklini veren nüshalarında 972 (1565) yılı ile ilgili muhtelif kayıtların bulunmasına bakarak bunu bitiriş değil, esere başlama yılı olarak kabul etmek daha doğru olacaktır.
Ahdînin ebced'le 971 yılını veren "Gülşen-i Şuarâ" adının hatırı için böyle bir tarih gösterdiğini sanıyoruz. Nitekim, dikkatli bir tahlil. Ahdînin 971 yılının ileri aylarında henüz Osmanlı ülkesinden ayrılmamış bulunduğunu meydana koyuyor.
Tezkiresinin, başta ilmiye sınıfı ile ilgili olmak üzere, 971 ve 972 yıllarına ait çeşitli hadiselerin Bağdat'ta kolayca haberdar olunamayacak akislerini taşıması, onun ilk telif tarihi ve yeri hususunda şimdiye kadar söylenmiş olanları kabulde bizi ihtiyatlı bulunmaya davet etmektedir.
Takdiminden sonra eserinin, Ahdîye döndüğü Bağdat'ta ne gibi bir imkân veya bir mevki temin ettiği belli değildir.
Bağdat'a dönüşten sonraki hayatı, tıpkı oradan ayrılmasından önceki safhası gibi meçhuldür.
Tezkiresinde ailesinden altı kişiye yer verdiği halde kendi hal tercümesini koymayan Ahdînin bu devredeki hayatı hakkında sadece başka kaynaklardan gelen ufak tefek bilgilerle, eserinden dolaylı bir şekilde birtakım bilgiler çıkarılmasını mümkün kılacak sınırlı bazı kayıtlar vardır.
Kâtip Çelebi'nin 980'de (1572-73) öldüğünü zannettiği Ahdî ile, daha sonra kendisi de tezkire sahibi olacak Riyâzî henüz dokuz yaşlarında iken. 1581 de Bağdat'a kadı tayin edilen babası Birgili Mustafa Efendi ve 1585te Bağdat'a defterdar olarak gelen müverrih Gelibolulu Âlî burada görüşüp tanışmışlardır.
Anlaşıldığı üzere Ahdî, âdet gereğince, gelişleri şerefine onlara birer "kudûmiyye" kasidesi sunmuştur.
Bu sırada herhangi bir vazife ve memuriyeti olup olmadığını bilemediğimiz Ahdînin, tezkiresindeki bazı işaretlerden Bağdat'a gelen veya başka bir yere geçmek üzere oraya uğrayan memuriyet sahibi mühim şahsiyetlerle ilgilenerek, onların beraberlerinde kethüda, divan kâtibi, çavuş gibi hizmetlerde bulunan şairlerle daima temas ve tanışıklık kurduğu anlaşılmaktadır.
Şairler uğrağı Bağdat ve Meşhed'e ziyarette bulunan şiir yazar kimselerle kurduğu dostluklar, yıldan yıla tezkiresine yeni şairler kazandırır. Hemşehrisi Bağdatlı Ruhî, bu devrede ondan artık yaşlanmış bir şair olarak bahsetmektedir.
Tezkiresine ilâve ettiği 1000'e (1592, bazı Avrupa nüshalarında da 1001 /1593) kadar çıkan kayıtların kendisini henüz hayatta gösterdiği Ahdînin 1002 (1593-94) yılında öldüğü kabul edilmektedir.
Ahdînin Bağdat'ın tanınmış ailelerinden Nazmîzâdeler ile akrabalığından bahsedilerek bu aileden biri ile evlilik yapmış kızından 1002 (1594) yılında doğan torununun, Gülşen-i Huleiâ adlı Bağdat tarihi sahibi Nazmîzâde Murtaza Efendi'nin babası Nazmî mahlaslı şair Seyyid Ali olduğu haber verilmektedir.
Bu bilginin kaynağı Abbas el-Azzâvî, ayrıca Ahdînin babası Şemsî-i Bağdadînin babasının da Abdülmelik el-Bağdâdî olduğunu, onun oğlu olup 977'de (1569-70) Bağdat'tan Şam'a giderek Hanefîliği seçmiş meşhur müderris Muhammed b. Abdülmelik'in de (ö. 1016/ 1607) Ahdînin amcası bulunduğunu bildirmektedir.
Eserleri