Hit (4759) M-251

Kader İnancının Önemi

Yazar Adı : İlim Dalı : Kelam
Konusu : Dili : Türkçe
Özelliği : Makale Türü : Müstakil
Ekleyen : Nurgül Çepni/2009-07-03 Güncelleyen : /0000-00-00

Kader İnancının Önemi

Bazı kimseler kader inancının Müslümanları olumsuz yönde etkilediğini iddia ediyor. Acaba bu mülâhaza veya iddianın doğruluk payı ne kadardır?
Gündeme getirilen bu yaklaşımlar üzerinde yeniden düşünmemiz gerekmektedir. Öyle anlaşılıyor ki kader inancı, ‘kadercilik’le karıştırılmaktadır. Gerçek şu ki İslâm dini kaderi bir inanç esası olarak tespit etmiştir, ama kaderciliği (kaderde ne varsa o olur, deyip ameli terk etmeyi) yasaklamıştır. Bu cümleden olarak diyebiliriz ki, eğer Müslümanların dünyasında yaşadığımız zaman diliminde ters giden bir şey varsa bunu kader inancına değil de, tembelliklerine ve ihmalkârlıklarına kılıf arayan insanların kadercilik yapmalarına bağlamak daha uygun olacaktır.

Bugün perişan bir vaziyette bulunan İslâm dünyasının içinde bulunduğu durum, İslâm’ın bildirdiği kader akidesinin değil, inananların içinde bulundukları çağı iyi okuyamamalarının ve iradelerinin hakkını verememelerinin bir sonucudur.

Kaza ve kadere iman, eğer Müslümanların faaliyetlerine engel olmuş olsaydı, İslâmiyet’in yüksek devirlerindeki o fevkalâde terakkiler nasıl meydana gelebilirdi? Bu dinin hayata hayat kılındığı devirlerde, böyle bir akide, Müslümanların ilerlemesine ve medeniyet öncüleri olmalarına asla mani olmamıştır. Mustafa Sabri Efendi’nin de ifade ettiği gibi amelî/pratik yönden bir araştırma yapıldığında, kalblerinde dinî düşüncenin etkisi daha fazla olan önceki Müslümanların tembel olmadığı, diğer milletler tarafından da mağlûp edilemedikleri görülecektir. Onların kaza ve kadere inanmadıklarını ise hiçbir kimse iddia etmemiştir, edemez. (Mustafa Sabri, Mevkıfu’l-Beşer, s. 219.) Bu kısa girişten sonra şimdi doğru bir kader inancının insan hayatındaki yerini iki açıdan ele alıp değerlendirmeye çalışacağız.

A. Kâinatta Hâkim Olan İlâhî Program Açısından
1.
Her şeyden önce, kadere iman, tesadüf düşüncesini ortadan kaldırır. Materyalizm gibi felsefî akımların düşünceleri, son derece mükemmel bir nizamın hâkim olduğu kâinatın bir tesadüfler zinciri neticesinde bugünkü hâline geldiği noktasında odaklaşmaktadır. Müslümanları, bu çeşit yanlış düşüncelerden yalnızca kader inancı kurtaracaktır.

Çünkü ‘kadere iman etmek’ demek, kâinatta tesadüflere yer olmadığına iman etmek demektir. Nitekim varlıkta hiçbir şeyin tesadüflere bağlı olmayıp, bir plân ve programa tabi olduğu Kur’ân’da açıkça ifade edilen bir gerçektir: “Allah’ın yanında her şey bir ölçüye göredir.” (Ra’d sûresi, 8); “Muhakkak ki, biz her şeyi bir kaderle yaratmışızdır.” (Kamer sûresi, 49.)

Kâinatta en küçüğünden en büyüğüne kadar, her şeyde bir düzen müşahede etmekteyiz. Tabiata Yüce Yaratıcı tarafından konulan kanunlar, ilâhî kaderin (ilâhî programın) birer parçasıdır; bu kanunların hepsi kader dairesinde cereyan etmekte ve bunların kaderlerinde Kur’ân’ın ifadesiyle bir değişiklik görülmemektedir: “Allah’ın yaratmasında bir değişiklik bulamazsın.” (Rum sûresi, 30)

2. Kadere iman, kozmolojik açıdan ‘her şeyin Allah tarafından bir tertip ve ölçüye bağlandığına iman’ mânâsına geldiğinden, insan zihninde, kâinatta tesadüflere yer olmadığı şuurunu ve bir nizam fikrini yerleştirip insanı devamlı ve programlı bir çalışmaya sevk eden bir esas olmuştur. (Bkz.: Tabbara, Ruhu’d-Dini’l-İslâmî, s. 153)

Vakıa bu iken, ‘kadere iman’ denince, bazı zihinlerde hemen koyu bir cebir düşüncesi belirmektedir. Hâlbuki, insanların ihtiyar ve irade sahibi hür bir varlık olduğunu çok önceden dile getiren ve mutlak cebir fikrini çürütenler kaderi bir iman esası olarak kabul eden Müslüman âlimler olmuşlardır.

3. Bu esasa göre, Cenab-ı Hak, kâinattaki her şeyi ezelde tespit ettiği ilâhî plân ve yüce nizama göre idare etmektedir. O hâlde âlemde vaki olan maddî, manevî her türlü hâdise, maksatsız ve gayesiz olarak rastgele meydana gelmemektedir. Varlık ve olaylar Allah’ın her şeyi kuşatan ezelî ilmi, mutlak irade ve sonsuz kudretiyle ilâhî nizam ve plâna uygun olarak yaratılmaktadır. Allah’ın kazası, kaderine daima uygun olarak tecelli etmektedir. Aksi hâlde, kâinatın nizam ve düzeni bozulur, varlığı devam edemezdi. Bu yönüyle kaderin ispatı, tevhidin ispatı olmaktadır. Nitekim bir hadis-i şerifte de “Kadere iman tevhidin nizamıdır.” (bkz.: el-Muttakî, Kenzu’l-Ummal, 1/106) denilerek, bu esasın, tevhid akidesiyle doğrudan alâkalı olduğuna dikkat çekilmiştir.

Hâsılı, kader inancı, kâinatta meydana gelen bütün hâdiselere, ‘sebeplerin doğurduğu neticeler’ nazarıyla bakmaya engel olur ve bize her şeyin arkasında bir hikmet ve kudret elinin daima tasarrufta bulunduğunu bildirir.

B. İnsanla Alâkalı Takdir Açısından
Bu hususu da maddeler hâlinde sıralayıp ele aldığımızda karşımıza şu esaslar çıkar:

1. İman edilmesi gereken esaslar arasına girmesinin önemli hikmetleri bulunan kader, insanı gaflete ve inkâra götürebilecek yolu baştan kapatan bir set gibidir. Şöyle ki insan, nefsi cihetiyle, kendisine bir takdirle bahşedil

miş olan üstün vasıf ve güzelliklerle övünüp iftihar etmek, kusur ve günahlarına ise bahaneler arayıp bulmak, yahut bunları başkalarına yüklemek ister. İnsanın kendisinde bulunan yüksek istidat ve güzellikleri, Cenab-ı Hakk’ın takdirine dayanan bir ihsanı olarak bilmemesi, gurura ve kibre yol açar. Bu gurur damarı, insanlardan birçoğunu hemcinslerine karşı büyüklenmeye sevk ederken, bazılarını ise, ‘her şeyi kendinden bilme ve kendine ait görme’ saplantısına kadar götürüp, nihayetinde kendi üstünde hiçbir irade ve kudreti tanımama düşüncesine mahkum etmesi söz konusudur.

Esasında insan fıtratında, meziyetlere ve iradesiyle irtibatlı olarak meydana gelen her bir güzel neticeye sahip çıkıp, onunla övünme, iftihar etme, hatta daha da ötesinde gururlanıp kendinden geçme duygusu vardır. İşte, yapılan güzel işler karşısında gurura düşmemek için ‘ilahî takdir’ karşısına çıkar ve ‘Aldanıp gururlanma, bu işleri bizzat gerçekleştiren sen değilsin’ diyerek, insanı kibre, gurura düşmekten korur. Ona, hem, iyiliklere vesile olan irade ve istidatlarının rabbinin bir takdiri/planı olduğunu, hem de, ihtiyacı anında muhtaç bulunduğu gücün kendisine verilmesinin bu takdir çerçevesinde olduğunu hatırlatır. Çünkü iyiliklerin yapılmasını isteyen, ilâhî irade olduğu gibi; onların yerine getirilmesi için lâzım olan gücü/kuvveti veren de yine o Kudret’tir. Tam bu noktada insan mes’uliyetinin ortadan kalkmaması için de İslâm’ın ‘ihtiyar prensibi/irade’ devreye girer ve ‘Dikkat et, sorumlusun! Zira tercih eden/seçen sensin’ der, ona sorumluluğunu hatırlatır. (Bkz. Bediüzzaman, Sözler, 26. Söz)

Kur’an-ı Hakîm meselenin her iki yanına da “Sana gelen her iyilik Allah’tandır, her bir kötülük ise nefsindendir/kendindendir.” (Nisa sûresi, 79) ayetiyle dikkat çekerek, ‘bütün güzellik ve hayırların gerçek sahibinin insan değil, Allah (c.c.) olduğunu, buna karşılık bütün kötülük ve günahların ise insanın kendinden kaynaklandığını’ bildirir.

2. Doğru bir kader inancı insanı ümitsizlik ve gevşekliğe sevk etmez. Sonra kadere inanan insan, başarıya ulaştığı zaman tevazuu ve alçak gönüllüğü de elden bırakmaz; zafer sarhoşluğuyla kendini kaybetmez. Kadere imanın, insana, gerek maruz kaldığı musibetler karşısında bir güç kaynağı olduğu, gerekse onu gururdan kurtardığı hususu, şu âyet-i kerimede veciz bir şekilde ifade edilmiştir: “Ne yerde ne de nefislerinizde (gerek üzülmenize gerekse sevinmenize sebep olacak şekilde) başınıza gelen hiçbir şey yoktur ki, Biz onu yaratmazdan önce bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu Allah’a göre kolaydır. Bu, kaybettiğinize üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdikleriyle de şımarmayasınız diyedir. Allah çok övünen kibirlileri sevmez.” (Hadid sûresi, 22-23)

Kader inancı, sıkıntı ve musibetler açısından düşünüldüğünde, ümitsizliğin, hüznün ve bunların doğurduğu stresin müessir bir ilâcıdır. Her şeyin Allah’tan olduğunu bilen ve buna iman eden insan, O’ndan gelen acı ve tatlı her şeyi rıza ile kabul eder. O’nun rahmet ve hikmetine itimat eder. Sabretmekle, kederden ve musibetin getirdiği üzüntüden kurtulur. Bir musibet karşısında, ‘Ben Allah’ın kuluyum, sonunda yine O’na döneceğim. Allah’ın dilediğinde hayır vardır, inşallah böylesi hakkımda daha hayırlıdır. Allah’ım beni sabredenlerden eyle, beni daha büyük musibetlerden koru!’ der, huzur bulur. Nitekim Kur’ân’da bu mânâları teyit eden âyetler mevcuttur: “Olur ki, sizin hoşunuza gitmeyen bir şeyde Allah birçok hayırlar takdir etmiş olur.” (Nisa sûresi, 19);“ Onların başına bir musibet geldiği zaman, ‘Biz Allah’tan geldik ve O’na döneceğiz.’ derler.” (Bakara sûresi, 156).

Musibetlere kaderde yer alan ‘imtihan edilme’ gerçeği açısından bakamayan insanın, her ümit kırıcı ve kahredici hâdise karşısında apışıp kalması, sürekli hâlinden şikâyet etmesi, kafasını şuraya buraya vurması hatta neticede günah ve isyan bataklığına düşmesi bir bakıma kaçınılmaz olur. Böyle birisi en küçük bir musibet karşısında dahi ezilir ve dünyayı ‘ah’ ve ‘of’larla kendine zindan eder. Kadere inanan bir mü’mine gelince, o, -Kur’ân’da da değinildiği gibi- ne dünya işlerinden kazandığıyla sevinip gurura kapılır, ne de kaybettiği şeye mahzun olur. Zira o bilir ki, her şey bu hayat boyutundan/dünyadan ibaret değildir; her şeyin en iyisi ve güzeli ahiret hayatındadır.

3. Kaderin iman esasları arasına girmesinin bir diğer hikmeti de, insanı hayatın ağır yüklerinden kurtarıp ruhuna bir rahatlık ve hafiflik vermesidir. İnsan, kâinatla alâkalı bir varlıktır; nihayetsiz maksatları ve arzuları vardır. İnsanın kudreti ve iradesi ise ihtiyaçlarının milyonda birisine dahi kâfi gelmez. Ayrıca insan çevresinde görüp hikmetini anlayamadığı bazı hâdiselerin tesirinden kendisini çoğu kere kurtaramaz, huzursuz olur. Meselâ, acıklı bir sahne görse bir zaman kendisini onun tesirinden alamaz ve hayatı acılaşır.
Bu noktada insanın imdadına yetişebilen tek yardımcı, hakkındaki ilahî takdire imandır. Kadere hakiki mânâda iman eden bir kişi, ihtiyaçlarının ve korkularının hasıl ettiği manevi baskıları ve ağır yükü zihninden çıkarıp -tabir yerindeyse- kaderin gemisine kor/bırakır. Böylece hem zihni hem de kalbi/ruhu sükun ve rahata kavuşur. Şöyle ki, kâinatta meydana gelen bütün işlerin bir ilâhî kanun nizamıyla cereyan ettiğine, yani her şeyin engin bir rahmet ve sonsuz bir kudretin kontrolünde hikmetle yürüdüğüne inanan bir kimse, yaşadığı âlemin lezzet ve güzelliklerinden, helal dairesinde, emniyet içinde istifade etmeye bakar. Diğer bir ifadeyle, O’nun merhametine, icraat ve kanunlarının güzelliğine istinaden her şeyi güzel tarafından görür ve buna bağlı olarak hayatını elemsiz bir lezzet ve saadetle geçirir. Bu açıdan da kadere iman o kadar huzur vericidir ki, tarif edilemez. Bu mânâda kadere iman eden birisi, kederden ve üzüntüden emin olur. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bir hadis-i şerifinde bu gerçeğe dikkat sadedinde “Kadere iman, kaygı ve üzüntüyü giderir.” (Münavî, Feyzu’l-Kadîr, 3/187) buyurmuşlardır.
Kadere imanın, bu çerçevede ağır hastalıklara yakalanmış insanların hayatlarındaki müspet etkisi açısından da doldurulamayacak bir yeri vardır. Onulmaz bir derde düşmüş, elinde hiçbir çaresi olmayan bir mü’min ‘Yüce Allah’ım! Senin iradene mutlak itaat ediyorum. Senin hikmetlerin sonsuzdur. Sen dilersen beni iyileştirirsin de. Dileyip dilememen de Sana ait bir hikmettir, biz elimizden geleni yaptık, bizden sonrakiler de yapacaklar… Ölüm ise Senin kanunundur, ölsek ne gam! Zira Sana dönüyoruz!’ der, kendini emniyette hisseder. Netice olarak, ‘ilâhî takdirin/kaderin her şeyi güzeldir’ hakikatini kavrayıp ona teslim olan bir insan, her şeyde ilâhî kaderin hikmet ve adaletini görür.

4. Kadere imanın insan üzerindeki diğer bir etkisi de, onun iradesini güçlendirmesidir. Çünkü kadere inanan bir kul, hadis-i şerifin de ifadesiyle ‘başına gelecek bir musibetin mutlaka geleceğine, gelmeyecek olanın da asla gelmeyeceğine’ (Tirmizi, Kader 10.) inandığı için cesaretlidir. Bu akide, insanı canlı ve hareketli kalmaya sevk edeceğinden böyle bir imana sahip bir kişi, zorluklar karşısında yılmaz, tembellik ve gevşeklik göstermez. Geçmişte büyük muvaffakiyetlere imza atmış insanların, bu akidenin temsilcileri olması, bunun en açık delilidir. Kaza ve kadere iman eden, Allah’a dayanmış olacağından hayatta her işe girişir ve ömrü boyunca cesaret ve gücünü kaybetmeden başarıdan başarıya yürür. Başarısızlığa uğradığı zamanlar olsa da, ‘bunda bir hikmet olacak’ diyerek, aynı şeyi değişik yollardan denemeye çalışacak, bunu da yapamazsa, ‘takdir bu kadarmış’ deyip, azmini ve iradesini kaybetmeden yine yoluna devam edecektir.

5. Kadere iman etmiş bir mü’min, rızkının tayin edildiğini ne yaparsa yapsın başkasının kısmetini elde edemeyeceğini bildiği için, başkasının hakkına tecavüz etmez, hırs göstermez ve haset etmez. Bu itibarla kadere inanan bir kul “Bir de Allah’ın bir kısmınıza diğerinden fazla verdiği şeyleri temenni etmeyiniz.” (Nisa sûresi, 32) âyetinin de işaretiyle başkasının elinde bulunana göz dikmez. Zira o, böyle bir göz dikmenin ‘Allah’ın kaza ve kaderine küsme, kulları arasında taksim ettiği nimetini hor görme, mülkünde hikmetiyle ikame ettiği adaletini nahoş telâkki etme, dolayısıyla tevhidin özüne karşı işlenilmiş bir suç’ mânâsına geldiğini bilir ve ondan uzak durur.” (Bkz. Gazzali, İhya-u Ulûmiddin, 3/254; Muhasibî, er-Riâye li Hukûkillah, s. 490.)

6. Her şeyde kaderin bir hükmünün bulunduğuna inanan bir kimse, kendisine karşı suç işleyen birini mes’ul tutsa bile ona karşı daha müsamahalı olur. Başına gelen bu olayı bir de kader açısından değerlendiren bir mü’minin, muhatabını affedebilmesi daha kolay olur. Şöyle ki, o, bir başkasının kendine verdiği acı veya zararda, kendi günahlarının da hissesinin olduğunu dikkate alır, yani bu sıkıntılı durumun, kendisinin önceden işlemiş olduğu bir günahına karşı Allah tarafından takdir edilmiş bir ceza olabileceğini de ihtimal dışında tutmaz. Nitekim Kur’ân’da, “Başınıza gelen her bir musibet kendi işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber,) Allah (günahlarınızın bir çoğunu) affeder (de onlardan ötürü bir musibet vermez.)” (Şûrâ sûresi, 30) buyrulur. Buna inanan mü’min böylece muhatabına karşı duyduğu/duyacağı nefret ve kinden daha rahat kurtulabilir.

Netice olarak, bir mü’min, gelecek ve günahlar söz konusu olduğunda, iradesinin tercih ve dahlini düşünmeli, mazi ve musibetleri ise kader açısından anlamaya ve değerlendirmeye çalışmalıdır.

Kaynaklar:
Gazzali, Ebû Hamid, İhya-u Ulûmiddin, el- Mektebetu’l-Asriyye, Beyrut 1992.
Muhasibî, Haris b. Esed, er-Riâye li Hukûkillah, Daru Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut tsz.
Mustafa Sabri, Mevkıfu’l-Beşer Tahte Sultani’l-Kader (çev.: İsa Doğan), İstanbul 1989.
Münavî, Feyzu’l-Kadir, Daru’l-Fikr, Beyrut tsz.
Muttakî, Kenzu’l-Ummal, Müessesetü’r-Risale, Beyrut 1993.
Nursi, Sözler, Işık yay. İstanbul 2005.
Tabbara, A. Abdulfettah, Ruhu’d-Dinî’l-İslamî, Beyrut 1977.
Taftazanî, Şerhu’l-Akaid, Salah Bilici Kitabevi, İstanbul tsz..
Yazır, M. Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Neşriyat İstanbul 1979.

 

 

Bazı kimseler kader inancının Müslümanları olumsuz yönde etkilediğini iddia ediyor. Acaba bu mülâhaza veya iddianın doğruluk payı ne kadardır?
Gündeme getirilen bu yaklaşımlar üzerinde yeniden düşünmemiz gerekmektedir. Öyle anlaşılıyor ki kader inancı, ‘kadercilik’le karıştırılmaktadır. Gerçek şu ki İslâm dini kaderi bir inanç esası olarak tespit etmiştir, ama kaderciliği (kaderde ne varsa o olur, deyip ameli terk etmeyi) yasaklamıştır. Bu cümleden olarak diyebiliriz ki, eğer Müslümanların dünyasında yaşadığımız zaman diliminde ters giden bir şey varsa bunu kader inancına değil de, tembelliklerine ve ihmalkârlıklarına kılıf arayan insanların kadercilik yapmalarına bağlamak daha uygun olacaktır.
Yayınlandığı Kaynak :
Yayınlandığı Dergi :
Sanal Dergi :
Makale Linki :