Yazar Adı : | İlim Dalı : Siyret |
Konusu : | Dili : Türkçe |
Özelliği : | Makale Türü : Müstakil |
Ekleyen : Nurgül Çepni/2009-07-04 | Güncelleyen : /0000-00-00 |
Efendimiz’in (S.A.S.) Katıldığı Savaşlarda Sivillerin Korunması
İslâm, savaşı insan tabiatının yol açtığı tabiî ve arızî bir hadise olarak ele almış, onu dengelemek için de kaideler koymuş ve sınırlamıştır. Meselâ, 'Bir topluluğa, bir millete olan kininiz, sizi adalet yapmaktan alıkoymasın' buyurarak, adaleti ve cihan sulhunu esas almış; modern hukuk sistemlerinin de kabul ettiği, dinin, canın, malın, neslin ve aklın korunması hususunda prensiplere dayalı bir müdafaa sathı oluşturmuştur.
İslâm’da esas olan sulh, yani barıştır. Savaş istisnai bir durumdur. Çünkü İslâm kelimesi “sulh ve selamet” manasına gelmektedir. Ama ne var ki, bir devletin tek taraflı olarak harp istememesi bir mana ifade etmez. Karşı taraf size saldırmak için hazırlanıyor ve bu uğurda fırsat kolluyorsa sizin de her zaman buna hazır olmanız gerekir.
İslâm’da savaş, kan dökmek, toprak kazanmak, ganimet elde etmek için yapılmaz. Bu gayelerin hepsi merduttur. İslâm’da savaş genelde müdafaa eksenlidir. Cihad, Allah ile insanlar arasındaki engelleri bertaraf ederek, onların Allah ile buluşmalarını sağlama ameliyesidir. Savaş büyük ve kutsal bir hareket olan cihadın bir parçasıdır. Ama kaynaklarda cihad bazen savaş yerine de kullanılır. Yani cihad, savaşı da içine alan bir harekettir. Ama harb ve savaş kelimeleri, cihadın ihtiva ettiği manayı tamamen istiab edemez. Cihad kıyamete kadar devam edecek olan bir harekettir; kesintisizdir. İslâm’ın doğru anlatılması, anlaşılması, sevdirilmesi için ortaya konulan her türlü performans cihadın kapmasına girmektedir. Savaş ise gerektiğinde İslâm düşmanları ile yapılan mücadelenin sadece bir kısmıdır.
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), daima savaştan uzak durmuş, mecbur kaldığında ise ordu kumandanlarına verdiği emirlerde mealen şöyle buyurmuştur:
“Müşriklerden olan düşmanlarınızla karşılaştığınız zaman onları İslâm’a davet edin, kabul ederlerse onlar sizin kardeşlerinizdir. Kabul etmezlerse, cizye vermeye davet edin; yani daimi vatandaş olmalarını teklif edin; onu da kabul etmezlerse Allah’tan yardım dileyerek onlarla harp edin .” (Müslim, Cihad 3)
Bu hadis-i şeriften anlaşılıyor ki, asıl maksat insanları savaşla imha etmek değil onları İslâm’a kazandırmaktır; ihya etmektir. İslâm’ın asıl hedefi bütün insanların dünya ve ahiretlerini mamur hale getirmektir.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in savaş komutanlığı dünya tarihindeki diğer komutanlarla mukayese edilemez. Çünkü O, rahmet peygamberidir. Savaşlardaki komutanlığında bile rahmet peygamberi olduğunu göstermiş, düşman tarafının ölmesi ve imha edilmesi için değil, onların hem kendilerinin hem de kıyamete kadar gelen nesillerinin ihyası için gayret göstermiş ve bu uğurda üstün bir savaş hukuku ve stratejisi ortaya koymuştur.
Allah Resulü, savaşlarda hiçbir zaman düşman birliklerini yok etmeyi hedeflememiştir. Her zaman barışa önem vermiştir. Hudeybiye barışı, O’nun hayatında büyük bir zaferdir. O yüce Peygamber, kendisine her türlü kötülüğü yapmış, hicrete mecbur etmiş Mekkelilere şefkatle davranmış, Mekke’yi kan dökmeden fethetmiştir. İsteseydi Mekkelilerin hepsini kılıçtan geçirebilirdi. Ama bunu yapmadı. Çünkü O, rahmet peygamberidir. Mekkeliler bir yanlışlık yapıp İslâm ordusuna saldırmasınlar ve kan dökülmesin diye onlara mağlubiyeti peşinen kabul ettirdi ve şöyle haber gönderdi:
“Kim Kâbe’ye sığınırsa emniyettedir,
- Kim Ebu Süfyan’ın evine sığınırsa emniyettedir,
- Kim evinin kapısını kilitler ve kendi evinde oturursa emniyettedir, ona dokunulmayacaktır, o güven içindedir…” (Vakidi, I, 21)
Allah Resûlü (s.a.s.) bu şekilde üstün bir taktikle Mekkelilerin kuvvetlerini dağıttı ve kan dökülmesini önledi. Daha sonra da affa uğrayan Mekkeliler bu iyilikler karşısında toptan Müslüman oldular.
Bugünkü modern dünyada cereyan eden savaşlarda büyük bir problem halini alan “Savaş esnasında sivillerin ve çevrenin korunması” prensibi, kıyamete kadar bütün Müslümanlara ve insanlığa örnek olmak üzere, Hz. Peygamber’in komutanlığı döneminde çok güzel halledilmişti. O, Bedir ve Uhud gazalarını şehir dışında yaparak, Hendek savaşında da şehrin etrafını hendeklerle çevreleyerek sivil halkı koruma altına almıştır. Yukarıda zikrettiğimiz gibi Mekke fethinde de ayrı bir taktik uygulayarak düşman tarafındaki sivillerin korunmasını göz önünde bulundurmuş ve bunu başarmıştır.
Öteden beri insanlık tarihinde cereyan eden savaşlarda ve bugünkü modern dünyanın savaşlarında gaye ve hedef düşmanı bütün varlığı ile yok etmektir. Rahmet Peygamberi bu yanlış anlayışa dur demiş, savaşlarda gaye ve hedefin insanları öldürmek değil, yaşatmak olduğunu hem sözü hem de tatbikatı ile göstermiştir. Kendisinin katılmadığı savaşlarda da orduya tayin ettiği komutanlara verdiği emirlerde çocukların, kadınların, din adamlarının öldürülmesini yasaklamış, arazinin ve mamur yerlerin harap edilmesini nehyetmiştir. (Buhari, Cihad 146)
Yüce Peygamberimiz savaşlarda Müslümanlara, muharip statüsünde olanlarla savaşmalarını hedef göstermiştir. Bu konuda Peygamber Efendimiz şöyle buyurur: “İnsanların savaşmaktan en çok çekineni, savaşmak mecburiyetinde kaldığında bile insan onur ve nezaketini zedelemeden savaşan (müsle, işkence gibi şeylerden uzak duran) ehl-i imandır.” (Ebu Davud, Cihad 110) Müslümanların savaşmak mecburiyetinde kaldığında bile Peygamberimizin çizdiği bu çerçeveyi ve bu tavrı koruması gerekir.
SİVİLLERİN KORUNMASI
Hz. Peygamber bir hadis-i şerifinde rahmet ve savaş kelimelerini bir arada kullanarak şöyle buyurmaktadır:
“Ben rahmet peygamberiyim, ben savaş peygamberiyim.”(Müsned, IV, 395)
Bu iki kelimeyi bir arada kullanması O’nun savaşlarının bile bir rahmet olacağına işarettir. O’nun katıldığı savaşlar “Adil savaş”, insanlık tarihindeki diğer savaşlar ise yıkımdır, ölümdür ve felakettir.
Hz. Peygamber, her şeye olduğu gibi savaşa da ayrı bir mana kazandırmıştır. İnsanlar ölmeden, mamur yerler harap olmadan, dünya ateşe verilmeden de savaşın olabileceğini göstermiştir. Savaş sonrası, düşman tarafına ve düşman ölülerine gösterdiği merhamet, eşi görülmemiş bir üstünlüktür. O’nunla savaşan bazı kimselerin hemen savaş sonrasında Müslümanlığı kabul etmeleri, O’na kılıç çeken insanların biraz sonra O’na asker olmaları O’nun en büyük zaferlerindendir.
On senelik Medine döneminde yirmiden fazla savaşa katılan Hz. Peygamber, ortalama olarak senede iki sefer savaşa çıkmış oluyordu. Vefatı esnasında Arap yarımadası tamamen İslâm Devletinin hâkimiyeti altındaydı. Bu savaşlarda düşman tarafından ölen insanların sayısı yaklaşık olarak 250, Müslümanlardan şehid olanların sayısı da yaklaşık 150 civarındadır. (Hamidullah, 14-15) Demek ki O, insanları imha etmek için savaşmamıştır. O’nun savaşlarında sivil halkın canına ve malına dokunulmamıştır. O’nun savaşlarda rahmet olmasını, sivilleri, insanları, insanlığı ve çevreyi korumasını üç ana başlık altında görelim.
A) Savaşa Katılmayanların Dokunulmazlığı
Hz. Peygamber, hiçbir savaşta sivil halka saldırma yoluna gitmemiştir. Onların canlarının ve mallarının koruma altına alınmasına azami derecede dikkat göstermiştir. (Hattab, 476) O’nun savaşta öldürülmesini yasak ettiği kişileri şu şekilde sıralayabiliriz. (bkz. Elmalılı, II, 687 vd.)
1. Kadınlar ve Çocuklar
Hz. Peygamber’in savaşlarında bu iki sınıfın öldürülmesi yasaktır. Abdullah b. Ömer (r.a)’dan rivayet edildiğine göre:
Allah Resûlü (sallalahu aleyhi ve sellem)’in katıldığı savaşlardan birisinde, bir kadın öldürülmüş olarak bulundu. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s.) savaşlarda kadınların ve çocukların öldürülmesini yasakladı.” (Buhari, Cihad 146)
2. İhtiyarlar
Şeyh-i fani denilen ihtiyarların öldürülmesi de yasaktır. Çünkü onlar da muharip statüsünde değildir. Enes b. Malik (r.a)’dan:
Hz. Rasulullah (s.a.s.) bir askeri birlik veya bir orduyu uğurlarken şöyle derdi:
“Allah’ın adı ile yola çıkın. Allah’ın dini için Allah adına savaşın. İhtiyarları (pir-i fani veya şeyh-i fani) öldürmeyin.” (Ebu Dâvud, Cihad 90) Sadece, savaşa fikri ve fiili olarak destek vermeleri istisna edilmiştir. Huneyn savaşında, yaşlı Dureyd b. Sımme’nin öldürülmesi işte bundan dolayıdır. (İbn Hişam, IV, 95)
3. Din Adamları
Abdullah b. Abbas (r.a.)’dan: “Rasulullah (s.a.s.), ordusunu gönderdiği zaman, onlara şöyle emir verirdi: “ ...Çocukları ve manastır ehlini öldürmeyin” (Müsned, I, 300) Hadis-i şerifteki ifadesi ile “Manastır ehli = Mabed ehli” olan bu insanlar da Müslümanlarla savaşmayıp, kendilerini ibadete verdikleri müddetçe öldürülmezler.
4. İşçi ve Hizmetçiler
Bu iki sınıf, savaşmak niyetinde olmayan mustaz’af zümredendirler. Düşmanla beraber olmaları öldürülmelerini gerektirmez.
“Rasulullah (s.a.s.), gönderdiği seriyyelere emir verirken şöyle buyururdu: “İşçileri ve hizmetçileri öldürmeyin…” (Müsned, III, 413)
Bu saydığımız insanlar savaşa iştirak etmedikleri müddetçe canları koruma altındadır.
B) Esirlere Yapılan Muamele
Hz. Peygamber, esirlere çok iyi muamele yapmıştır. Esirlerin hemen hepsi Rasulullah’ın (s.a.s.) af ve kereminden istifade etmişlerdir.
“İslâm’dan önce, Arap yarımadasında harp esirlerine ait hususi ve muayyen bir muamele tarzı yoktu. Bazen öldürülürler, bazen köle haline getirilirler (özellikle kadın ve çocuklar), bazen kurtuluş fidyesi alınarak ve bazen hiçbir karşılık alınmadan serbest bırakılırlar ve nihayet bazen de karşı tarafın elinde bulunan esirlerle karşılıklı değiştirilirlerdi.” (Hamidullah, 66)
Peygamber Efendimiz (s.a.s.) esirler konusunda ve özellikle bedir esirleri konusunda çok merhametli davranmıştır. “Hz. Peygamber bu esirleri en emin bir tarzda gözaltında bulundurmak için bunları kendi askerleri arasında taksim etmiş ve onlara iyi davranmalarını askerlerine tembih etmiştir. Bu emir icapsız kalmadı. Bu esirlerden elbisesi olmayanlara elbise temin edildi. Müslümanlarla eşit şekilde karınları doyuruldu. Bazı Müslümanlar bunlara ekmeklerini verip kendileri sadece hurma ile yetindiler. Gayeleri, sadece verilen emirden dışarı çıkmamak ve bu emre itaat etmekti.” (Hamidullah, 65-66) Hz. Peygamber’in esirlere yaptığı muameleyi şu şekilde maddeleştirilebiliriz:
1. Fidye Karşılığı Serbest Bırakma
Bu durum Bedir’de olmuştur. Müslümanların ilk zaferi olan bu savaşta müşrikler yetmiş ölü, yetmiş de esir bırakarak savaş meydanını terk ettiler. (Müslim, Cihad 18) Medine’ye götürülen esirlere çok iyi muamele yapıldı. Zira, Rasulullah (s.a.s.) “esirlere iyi davranın” (Hattab, 125) diye emir vermişti. Bunlardan zengin olanlar fidye karşılığında serbest bırakılırken, yoksul olanlar ise karşılıksız serbest bırakıldı. Diğer bir kısmı da Müslüman çocuklara okuma-yazma öğretmek şartıyla serbest bırakıldılar. (İbn Kesir, II, 512)
2. Karşılıklı Mübadele
Hz. Peygamber, müşriklerden aldığı esirleri bazen de, müşriklerin elinde bulunan esirleri hürriyete kavuşturma karşılığında serbest bırakırdı. Yani karşılıklı esir mübadelesi yapardı.
3. Karşılıksız Serbest Bırakma
Rasulullah (s.a.s.) döneminde esirlere yapılan muamelenin en güzeli budur; en fazla uygulanan da budur. Bedir esirlerinden bir kısmı karşılıksız serbest bırakılmışlardır. Müreysi, Mekke fethi ve Huneyn Savaşlarında böyle yapılmıştır. Serbest bırakılan esirlerin hemen hepsi de neticede Müslüman olmuşlardır.
Enes bin Malik (r.a)’dan:
“Mekkelilerden seksen kişi silahlı olarak Ten’im dağında Rasulullah (s.a.s.)’in üzerine hücum etmişler. Peygamber ve ashabını gafil avlamak istiyorlarmış. Fakat O, onları esir almış ve serbest bırakmış.” (Müslim, Cihad 133)
Bu hadise Hudeybiye seferi esnasında olmuştur. Rasulullah (s.a.s.) isteseydi onları serbest bırakmaz, Mekkelileri zor durumda bırakırdı. Ama O, insanlara merhametli davranıp İslâm’ı sevdirmek istiyordu.
Fetih sonrası Efendimiz (s.a.s.)’in, Mekkelilere yaptığı büyük bir âlicenaplıktır. Tarih böyle bir büyüklüğe şahit olmamıştır. O, sadece Mekkelilere değil, aslında herkese karşı merhametliydi. Mühim olan şirkin ve küfrün yok olmasıydı. O’nun hedefi insanları yok etmek değil, şirki ve küfrü yok etmekti.
Rasulullah (s.a.s.), Mekke fethinden sonra müşriklere şöyle seslendi:
“Ey Kureyş topluluğu, şimdi size ne yapacağımı tahmin ediyorsunuz?”:
Kureyş hep bir ağızdan:
“Biz Senden hayırla davranmanı bekliyoruz. Çünkü Sen kerim bir kişinin oğlu olan kerim bir insansın.”
Bunun üzerine Rasu1ul1ah (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“Ben de Yusuf’un (a.s.) kardeşlerine dediği gibi şöyle diyorum; “Bugün size bir kınama yok, haydi gidin, serbestsiniz.” (Yusuf, 12/92) (Vakidi, II, 835)
4. Esirlerin Öldürülmesi
Asrı Saadette, savaşlarda esir alınanlar asla öldürülmemiştir. Böyle bir durum sadece bir kere vuku bulmuştur. Bu da sadece Bedir savaşı sonrası olmuştur. Bedir’de alınan esirlerden Nadr bin Haris ve Ukbe b. Ebi Muayt (Vakidi, I, 49) öldürülmüştür. Bu iki esir de, esir oldukları için değil daha önceden işledikleri suçlardan dolayı cezalandırılmıştır.
C) Ölü ve Yaralılara Yapılan Muamele
Savaş denilince akla kan gelir. İnsanların ölmesi ve yaralanması, savaşların kaçınılmaz neticesidir. Tarihte ve hatta günümüzde bazı savaşlarda esirler öldürülmekte ve işkenceye maruz bırakılmaktadır. Tarih boyunca düşman tarafının ölülerine ve yaralılarına hunharca muameleler yapılmış, esirler ise hayvan muamelesine tabi tutulmuşlardır. (Hamidullah, 66)
“Hz. Peygamber, bütün savaşlarında düşman yaralılarını asla ihmal etmemiş ve onlara en iyi şekilde muamele etmiştir. Çünkü böyle bir muamele insanlık adına yapılan muameledir. İslâm da bütün insanlığın dinidir.” (Hattab, 478)
Peygamber Efendimiz, düşmanların savaş meydanlarında terk ettikleri ölülerini de insanca bir muameleye tabi tutarak gömülmesini emretmiştir. (Taberi, III, 62) Uhud savaşında, müşriklerin, Müslüman şehitlere müsle (düşman ölülerinin burun, kulak ve sair organlarını kesme) yapmalarına karşılık, Allah Resûlü aynısının müşriklere yapılmasını yasaklamıştır. (İbn Hişam, III, 102) Müslümanlar hiçbir zaman düşman ölülerine gayr-i insani muamele yapmamışlardır.
Rasulullah (s.a.s.), müşriklerin ölülerini, kazılan kuyulara defnettirerek, cesetlerin açıkta kalmasını önlemiştir. (Taberi, III, 62) Nitekim günümüzde modern harp beyannamesi aynı çizgide meseleye yaklaşmaktadır.
“Müslümanlar esirlere iyi muamele ettikleri gibi, yaralı müşriklere de iyi davranıp, onları Müslüman yaralılarla eşit tedavi etmişlerdir. Hiçbir zaman düşman yaralıları ihmal edilmemişlerdir.” (Hattab, 478)
Sonuç
Bir ordu komutanı olarak Hz. Peygamber’in hedefi, İslâm prensiplerini yaşatmak ve sulh için gerekli olan şartları yerleştirip, perçinlemektir. O’nun katıldığı savaşlarda sivil halkın canına ve malına dokunulmamıştır. Esirler en iyi muameleyi görmüşlerdir. Yaralı ve hasta olanlara gereken ilgi gösterilmiş, ölüler defnedilmiştir. Ölülerin uzuvları kesilmemiş, müsle yapılmamıştır. Savaş öncesi ve sonrası yağma ve talana tenezzül edilmemiştir. O’nun katıldığı savaşlarda şahsi çıkar, ırk asabiyeti, maddi menfaat, öç alma duygusu, sömürü vb. gibi cahili duygular kesinlikle yoktur.
Bir ordu komutanı olarak Hz. Peygamber, şehirlere ve kalelere sahip olmadan önce kendi askerlerini yüksek bir maneviyata ulaştırarak onların ruh dünyalarına hâkim olmuştur. Bu komutanın ve askerlerin yaptıkları savaşlarda zulüm yoktur. Çünkü onlar zulmü ortadan kaldırmak için savaşıyorlardı. Onların hedefi ilahi mesaj ile insanları buluşturmak; insani değerleri, sulhu, barışı temin etmekti. Neticede bunu başardı, her devir insanının istifade edebebileceği bir hukuk modelini Allah’ın izin ve inayetiyle ortaya koydular.
Kaynaklar:
Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İst. 1979.
Hamidullah, Muhammed, Hz. Peygamber’in Savaşları, trc. Salih Tuğ, İst. 1972.
Hattab, Mahmut Şit, er-Resûlü’l-Kâid, Beyrut, 1974.
İbn Hişam, Ebu Muhammed Abdulmelik, es-Siretü’n-Nebeviyye, Beyrut, 1971.
İbn Kesir, Ebu’l-Fida İsmail, es-Siretü’n-Nebeviyye, Beyrut, 1976.
Taberi, Ebu Cafer Muhammed, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, Beyrut, 1997.
Vakidi, Muhammed b. Ömer, Kitabu’l-Meğazi, London, 1966.