Hit (5430) M-2002

Recep İhsan Eliaçık İle Zor Meseleler Üzerine Röportaj

Yazar Adı : İlim Dalı : Röportaj
Konusu : Dili : Türkçe
Özelliği : Makale Türü :
Ekleyen : Nurgül Çepni/2010-03-19 Güncelleyen : /0000-00-00

Recep İhsan Eliaçık İle Zor Meseleler Üzerine Röportaj

“8 Mart Dünya Kadınlar Günü”nünde kadına dönük şiddet, cinsiyet ayırımı tekrardan gündeme geldi. İslam’a isnat edilen kadınla ilgili birçok iddiayı İlahiyatçı Yazar Recep İhsan Eliaçık’a sorduk.

Recep İhsan Eliaçık Kimdir?


1961 Kayseri doğumlu. Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde okudu. MTTB ve Akıncılar gibi gençlik örgütlerinde aktif görevlerde bulundu. Değişim dergisi kurucusu, halen Bilgi ve Düşünce Dergisi Yayın Danışmanı. “Söz ve Adalet” dergisinin yayın yönetmenliğini yapmaktadır. Arapça ve İngilizce bilmektedir. Yayımlanmış eserleri: ‘İtikat Üzerine’, ‘İslam ve Sosyal Değişim’, ‘Değişim Yazıları’, ‘İslam’ın Yenilikçileri’ 3 cilt, ‘Adalet Devleti’, ‘Yaşayan Kur’an Meali ve Tefsiri’.

Kadın, erkeğin sol kaburga kemiğinden mi yaratılmıştır?

Recep İhsan ELİAÇIK: Dünya dinleri arasında ilk insanın yaratılışı ile ilgili başlıca iki tasavvur bulunuyor. İlki Yahudi-Hristiyan geleneğinin ataerkil (erkek-egemen) tasavvuru, ikincisi de bazı uzak doğu din ve mitolojilerinde görülen anaerkil (dişi-egemen) tasavvur…

Bunlardan ilkine göre Tanrı, ilk önce celal (güç, kudret) sıfatının bir tecellisi olarak “erkeği” (Adem) yaratmıştır. Sonra onu yalnızlıktan kurtaracak, gönlünü eğlendirecek bir varlık gerekmiş, bunun üzerine de, onun kaburga kemiğinden bir parça alarak kadını (Havva) yaratmıştır. Dolayısıyla aslolan erkektir; kadın onun süsü ve eğlencesidir.

“ATAERKİL” DÜŞÜNCENİN KAYNAĞI TEVRAT

Bu anlayış Tevrat’ta aynen şöyle geçer:

“Tanrı Adem’i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğu üfledi. Böylece Adem yaşayan varlık oldu… Sonra ‘Adem’in yalnız kalması iyi değil’ dedi, ‘Ona uygun bir yardımcı yaratacağım.’ Derken Tanrı Adem’e derin bir uyku verdi. Adem uyurken, Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapladı. Adem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Adem’e getirdi. Adem ‘İşte bu benim kemiklerimden alınmış bir kemik, etimden alınmış bir ettir’ dedi. Ona ‘kadın’ denilecek, çünkü o adamdan alındı.” (Tekvin; 2/7, 21-23).

Adem kıssası, Tevrat’da geçtiği şekliyle erkeğin (Adem’in) mutlak önceliğini ve egemenliğini öngörür.

Görüldüğü gibi Yahudi-Hıristiyan geleneğindeki yaratılış, erkek, kadın ve hayat tasavvuru gayet ataerkil ve karamsardır.

MİTOLOJİLERDE “ANAERKİL” DÜŞÜNCE

Kimi eski din ve mitolojilerde ise “yaratılış miti” tamamen anaerkildir. İnsanların topraktan doğuşu dişi doğurganlığının göstergesi olarak “tanrıça” kavramında belirir. Buna göre toprak, doğurganlık, verimlilik ve yaratıcılığı ile dişiyi simgeler. Hind kutsal metinleri Vedalar şöyle der: “Toprağa, annene doğru sürün” (Rig veda, x, 18, 10).

Keza bu mitolojilere göre ana tanrıça dişi olduğu gibi, yarattığı ilk insan da dişidir. Sümer teogonisine (tanrıların doğuşu) göre Tanrıça Nammu “gök ve yeri doğuran ana” ve “bütün tanrıları yaratan kadın ata” olarak tanıtılır. Nammu “ezeli deniz” demektir. Tüm canlıların yatağı olan “ezeli sular”, kadın doğurganlığı ile özdeşleştirilerek Tanrıça Nammu şeklinde ifade edilir.

Bu yaratılış mitosunun kendi “anaerkil” düzenini de doğurduğunu görüyoruz.

Bu düzende Anayer (matrilocation) kocanın, evlendikten sonra karısının ailesinin yaşadığı yere yerleşmesine dayalı evlilik düzeni demektir. Bugün o dönemlerden kalma sosyal düzen Hindçini’nin bazı bölgelerinde hala devam eder. Toprağın ve mülkün kadına ait olması, evin geçiminden kadının sorumlu olması, kadınların dünürcü olarak erkek istemeye gitmesi, erkeğin süslenerek “ana evinden” çıkıp kadının evine damat gitmesi vs.

Fakat zamanla bitki yetiştirmeye dayalı üretim düzeninin değişmesi, toprak ve suyun doğal yaratıcılığından kaynaklanan üretim mekanizmalarının yetersiz kalması, savaşların artması, bina, tapınak, yol ve kanal yapımlarının artmasıyla kas gücünün öne çıktığını ve tarihin sürekli kadınların aleyhine işlediğini ve egemenliklerini büyük ölçüde kaybettiklerini görüyoruz.

KUR’AN-I KERİM’DE KADIN TASAVVURU

Kur’an’ın, yukarıda kısaca özetini verdiğimiz ataerkil veya anaerkil yaratılış mitoslarını onaylamadığını görürüz. Keza zamanla adalet ve eşitlik kimin aleyhine bozulmuşsa ondan yana şeriatlar (hukuk vaazı) gönderildiğini, Kur’an’ın indiği çağa gelindiğinde durum iyice kadınların aleyhine bozulduğu için, kadın-erkek ilişkilerini düzenleyen ayetlerin tamamının kadınların lehine, onları korumaya ve haklarını iadeye yönelik olduğunu görürüz.

Kur’an şöyle der: “Ey insanlar! Sizi tek bir özden (nefs-i vahide) yaratan, ondan da iki eş (zevc) yaratan, sonra ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türetip çoğaltan Rabbinizin bilincinde olun. Adını dilinizden düşürmediğiniz Allah’ın öfkesini çekmekten sakının. Aile bağlarını gözetin. Allah hepinizi görüyor.” (4/Nisa; 1)

Öyle anlaşılıyor ki ayet Tevrat’ta geçtiği gibi, Allah’ın önce tek bir erkek yaratıp onun kaburga kemiğinden kadını yarattığını değil; her ikisini birden “tek bir özden” yarattığını anlatmaktadır. Yani: İlk insan(lar) türünün simgesi olarak Âdem ve Havva’nın, karşı cinsler olarak tek bir özden “birlikte” varolması söz konusudur. Çünkü Kur’an ısrarla yaratılış söz konusu olduğunda “nefsi vahide” tabirini kullanıyor. Tek bir rahimden (özden) doğan biri erkek diğeri kız “yumurta ikizleri” bir fikir verebilir. Demek ki ilk yaratılan tek başına erkek veya kadın değil; her ikisinin de içinden çıktığı tek bir öz (nefs-i vahide) dir. Sonra bundan erkekler ve kadınlar çoğalıp türüyor.

Ayette geçen “nefs-i vahide” deyimine Adem veya erkek demenin bir manası olmadığı gibi “zevcehâ ibaresine de “Onun eşi (karısı)” veya “Onun eşi (kocası) demenin de bir manası yoktur. Bilakis bu “Ondan bir çift” manasındadır. Yani “Ondan (nefs-i vahideden) bir çift (zevc) yarattı.”

Demek ki “Ondan ‘zevc’ini yarattı” dan maksat, Adem’den Havva’yı, Havva’dan Adem’i veya erkekten kadını, kadından erkeği yarattı değil; “Ondan (nefsi vahideden) birbirine eş olarak bir çift yarattı demektir. Nitekim ayette cümlenin devamında erkek ve kadın tabirleri zaten ayrı ayrı kullanılıyor: “Sonra ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türetip çoğaltan…” (4/Nisa; 1).

ERKEK VE KADIN AYNI “ÖZ”DEN YARATILMIŞTIR

Demek ki insan yaratılışının başlangıcı ne “ataerkil”, ne de “anaerkil” değildi. Allah ne güç ve kudret sıfatlarının (celal) tecellisi olarak önce erkeği, sonra da onun kaburga kemiğinden kadını yaratmış, ne de güzellik ve letafet sıfatlarının (cemal) tecellisi olarak önce kadını, sonra da ondan erkeği döllenmeden üreme (partenogenez) yoluyla doğurtmuştur.

Bilakis celal ve cemal sıfatlarının her ikisi birden (aynı anda, hemdem, senkronik) bir şekilde tek bir insanlık özünde (nefs-i vahide) tecelli etmiş ve erkek ve kadın aynı anda bu tek özden varlık sahnesine çıkmıştır. Yani “işin kökünde” denklik vardır. Tek bir rahimden (sevgi ve merhamet yuvası) biri erkek, diğeri kız ikiz çocuğun doğması gibi.

Erkek ve kadın arasında dengesizlik ve eşitsizlik tarih sahnesine çıktıktan sonradır. Zamanla çeşitli toplamlarda iş ve üretim biçimleri veya sosyal sistemler kadının aleyhine işlemiş ve eşitsizlikler ortaya çıkmıştır. Allah da ilk doğuştaki adalet ve eşitlik durumunu sağlamak için adaletin yolunu gösteren peygamberler göndermiş, şeriatlar (adaleti sağlamaya yönelik hukuk düzenleri) vazetmiştir. Bunlardan en sonuncusu da Kur’anla gelendir. Kur’an’ın kadın-erkek ilişkilerine yönelik hükümlerinin neden sürekli kadınlardan yana olduğu buradan anlaşılabilir. Maksat ilk yaratılış anındaki denklik durumunu yeniden tesis etmek, onu bir toplumsal sistem dâhilinde tezahür ettirmektir. Hak ve adalet mücadelesi bunun için vardır.

Kur’an kadını dövün diyor mu?

KUR’AN’DA “KADIN DÖVME” İLE İLGİLİ AYETLER

ELİAÇIK: Bu konunun geçtiği ayetler Kur’an’da şöyledir:

“Şiddetli geçimsizlik yaşadığınız eşlerinizle önce oturup konuşun, olmazsa yataklarında yalnız bırakın, yine olmazsa bir müddet ayrılın. Barışıp anlaşırsa hala işi yokuşa sürüp bahaneler aramayın. Yücelik ve büyüklük Allah’a mahsustur; bundan hiç şüpheniz olmasın. Eğer eşlerin arasının iyice açılıp işin boşanmaya doğru gittiğini görürseniz tarafların ailelerinden birer hakem çağırın. Niyetleri gerçekten barışmaksa Allah niyetlerini boşa çıkarmaz. Allah her şeyi biliyor, her şeyi duyuyor; bundan hiç şüpheniz olmasın…” (Nisa; 4/-34-35).

Bu ayet kadınları “dövmeyi” emreden ayet olarak bilinir.

Yaptığım çeviride görüldüğü gibi ayette geçen [ve'dribuhunne] ibaresi “Onları dövün, vurun” yerine “Onlardan bir müddet ayrılın” olarak tercüme edilmiştir. Çünkü kelime bu anlama da gelmektedir.

Sözlükte kelime “vurmak, dövmek, yapmak, bırakmak, ayrılmak, göstermek, etmek, eylemek, koymak” vb. birçok anlama gelir. Bu kelime Arapça’nın “aspirin” gibi neredeyse her derde deva bir sözcüğüdür. Türkçe’deki etmek, eylemek veya İngilizcedeki ‘get’ sözcüğünü çağrıştırır.

Ayette geçen “nuşuz” ise “yükselmek, şişmek, ortaya çıkmak, meydana gelmek, ayağa kalkmak, normalin dışına çıkmak, isyan etmek, karı-koca birbirine karşı gelip kavgaya meydan vermek” demektir.

Türkçe’de aile mahkemelerinde sıkça kullanılan ve boşanma nedenleri arasında sayılan “şiddetli geçimsizlik” dediğimiz şeyle aynı manayı çağrıştırır. Burada kadından kaynaklanan şiddetli geçimsizliğin kastedildiği anlaşılıyor.

Görüldüğü gibi ayette geçen darb ve nuşuz sözcükleri Arap muhayyilesinde bu manalar etrafında dönüyor.

Keza (darabe) kelimesinin Kur’an’da “sefere çıkmak, bir yerden bir süreliğine ayrılmak, açmak, ayırmak” anlamında kullanıldığı yerler vardır: “Yeryüzünde ’sefere çıktığınızda’ düşmanın üzerinize ani saldırı düzenlemesinden korkarsanız, namazı kısaltmanızda bir sakınca yoktur” (Nisa; 4/101)… “Sonra Musa’ya şöyle vahyettik: Kullarımla geceleyin yürü, onlara denizde kuru bir yol ‘aç’, yakalanırız diye korkup kaygılanma.” (Taha; 20/77).

Şu halde “Kadınları dövün” ayeti olarak meşhur olan bu ayet, “İkişer, üçer, dörder…” ayetinin evliliklerin giderek çoğaltılmasını değil giderek azaltılmasını amaçlaması gibi, kadın dövme olaylarının terk edilmesini amaçlamaktadır…

HZ. PEYGAMBER EŞLERİNE EL KALDIRMADI

Hz. Peygamberin “Bütün gece, Muhammed ailesinin etrafında her biri kocasından şikâyet eden yetmiş kadın dönüp dolaştı. Hâlbuki sizler, o kadınlarını dövenlerin hayırlılarınız olduğunu göremezsiniz.” (İbni Mace, Ebu Davud) hadisinden de anlaşılacağı gibi, o dönemde de kadınlar dövülmektedir. Artan şikâyetler üzerine inen ayetlerde, dayak başta olmak üzere şiddeti yegâne çözüm yolu görenler bu işten vazgeçirilmeye çalışılmaktadır.

Zaten kadınlarını dövmekte olan, bu yüzden de koşup peygambere gelen ve bütün gece onun evinin etrafında şikâyetlenen “mağdur” kadınlar için, bir de gelen ayetlerde “Onları dövün, dövmeye devam edin” denir mi? Olacak şey midir? Bu, Kur’an’ın daima mağduru koruyup kollayan ruhunu anlayamama vardır.

Oturup konuşmadan, bir müddet yatağını veya odasını ayırma gibi gayet insanî yöntemlere başvurmadan, tek bildiği “Karnından sıpayı başından sopayı eksik etmeyeceksin” olduğu anlaşılan o günkü Arap toplumunu medenîleştirmenin amaçlandığı apaçık ortadadır.

Bu ayetten sonra ne gibi gelişmelerin olduğuna baktığımızda, bizzat Hz. Peygamber’in ömrü boyunca evli olduğu hanımlara tek bir kez bile el kaldırdığını göremiyoruz. Bir ara hanımlarıyla sorun yaşayınca önce onlarla konuşmuş, sonra yatağını ayırmış ve bir müddet (iki ay kadar) onlardan ayrılmıştır. Sonra anlaşma sağlanınca tekrar dönmüştür. Ayete verdiğimiz meal onun bu uygulamasına da dayanmaktadır.

Yine ayette geçen (darb) kelimesine vurma manası verilince, bunu yumuşatmak için kılı kırk yaran “utangaç” yorumlar yapıldığını, sonunda bunun artık bildiğimiz anlamda “evire çevire dövme” olmaktan çoktan çıktığını görüyoruz.

Örneğin “Etki ve iz bırakmayacak, kemiğini kırmayacak, herhangi bir uzvunu çirkinleştirmeyecek, dürtmek ve benzeri şekilde olacak… (Kurtubi), peş peşe aynı yere vurulmayacak, güzellik mahalli olan yüze vurulmayacak, kırk vuruştan fazla olmayacak… (Şafi), asla ölümüne sebebiyet vermeyecek, kamçı ve sopa ile olmayacak, bükülmüş mendil gibi bir şeyle olacak…” (Razi) vs.

Şimdi ister istemez mantık şu soruyu sordurur: Bir adam sinirli bir halde bunlara nasıl dikkat edecek? Eğer böyle olacaksa dövmenin caydırıcılığı kalır mı? Bu, bir anlamda “dövmecilik oynama” gibi bir şey olur.

Böyle yapmak yerine, kelimenin içeriğinde zaten varolan “bir müddet ayrılma, ayrı kalma” (boşanma değil, henüz boşanma yok) manası verilmeye neden yanaşılmıyor? Üstelik dövmenin hiç de hayırlı bir şey olmadığını söyleyen yığınla rivayet ve görüş varken… Bizzat Hz. Peygamberin kendisi “bir müddet ayrılma” olarak uygulamışken… Hiçbir zaman hanımlarına tek bir “fiske” bile vurmamışken…

BEŞ AŞAMALI ÇÖZÜM PLANI

Şu halde tıpkı evlenme, içki, zina ayetlerinin aşama aşama ve belirlenmiş bir hedefe doğru gitmesi gibi, şiddetli geçimsizlik yaşayan ailelerin nasıl tekrar anlaşacağını düzenleyen bu ayet de, “kadınlarını döven” her hangi bir toplumu aşama aşama dövmeden vazgeçirip önce konuşarak, anlaşarak, ikinci olarak olmazsa (ev içinde) yatakları/odaları ayırarak, üçüncü olarak o da olmazsa bir müddet (evden) ayrı kalarak, dördüncü olarak, oda olmazsa aile büyüklerinden hakemler devreye sokarak, beşince olarak nihayet boşanmayı da bir yol olarak göstererek, onu da iki ile sınırlandırıp üçüncü bir geri dönme hakkı da vererek harika bir yol yordam gösteriyor.

Bugün şiddetli geçimsizlik yaşayan bir ailenin arasını bulmak için devreye giren birisi, akl-ı selim ile düşünse bundan daha güzel bir yol yordam bulabilir mi?

Şiddetli geçimsizlik yaşayan aileler için yukarıdaki “beş aşamalı çözüm plânının” sadece Müslüman aileler için değil, bütün insanlık aileleri için evrensel çözümler önerdiğini söyleyebiliriz. Zaten dünyanın neredeyse tüm medenî hukuk mahkemelerinde uygulanmaya çalışılan bundan başka bir şey midir?

İslam’da cariye var mı?

CARİYELİK CAHİLİYENİN DEĞERİDİR

ELİAÇIK: Cariye o günkü Arap toplumunda vardı fakat İslam’da yok. Aynı şey “kölelik”, “çok eşlilik”, “kadını dövme”, “kadını erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmış bilme” vs. için de geçerlidir. Bunlar Kur’an’ın indiği toplumun yaygın gelenekleriydi. Sahabenin çoğu da bunları yapıyordu. Fakat Kur’an böylesi bir topluma hitabederek dönüştürücü bir işlev üstlendi. Kadınların durumunu iyileştirmeye yönelik birçok reform başlattı. Fakat Arap toplumunun o günkü yapısı buna direndi, hala da direniyor. Örneğin İslam’da cariyenin olduğu söyleniyor, yanlış… Köleliğin kaldırılmadığı söyleniyor, yanlış… Kadının dövülmesinin emredildiği söyleniyor, yanlış… Çok eşliliğin tavsiye edildiği söyleniyor, yanlış… Bütün bunlar Kur’an’ın daima mağduru ve mazlumu koruyup kollayan ruhundan bihaber yaklaşımlardır. O günkü toplumda mağdur kadınlardı, o halde Kur’an’ın bütün kadın-erkek ilişkilerini düzenleyen ayetleri mağdur olan kimse ondan –o toplumda kadınlar- yanadır. Bu benim için bir tefsir ilkesidir ve hiç şaştığını görmedim. Cariyelik de böyledir.

KUR’AN’DA CARİYELİKLE İLGİLİ AYETLER

Kur’an’da geçen “meleket eymanuhum” kavramını “cariyeleri” olarak yorumlayanlar yanılıyorlar. Bu kavramın cariye manasına yorulması hem beyhudedir hem de Kur’an’ın ruhundan habersiz olmak manasına gelir. Şu halde birçok meal ve tefsirde “cariye” olarak yorumlanan bu kavrama baktığımızda “Sağ ellerinizin sahip olduğu” anlamana geldiğini görürüz. Bu deyimle iki mana kastediliyordu:

1. Veli, şahitler vb. meşru şartları yerine getirerek nikâh sahibi olmak
2. Savaş sonucu esir kadınlara sahip olmak…

Yani ister hür ister esir böyle “meşru nikâh sahibi olmadan” hiç kimseyle evlilik ilişkisine girilemeyeceği anlatılmak isteniyor. Çünkü “Sağ elin sahip olduğu” deyiminden maksat nikâh mülkiyeti veya nikâh sahibi olmaktır. Zira bu tabir henüz savaş ve esir kadın ele geçirmenin söz konusu olmadığı Mekke dönemi ayetlerinde de geçmektedir (70/30). Bu kavramın maksadı insanları zinadan menetmek ve yeni bir nikâh bulunmaksızın veya eğer kadın memluke (esir, köle) ise nikâh sahibi olmaksızın onlarla cinsi temasta bulunmaktan men etmektir. Allah bunu “sağ elin sahip olduğu” ile ifade etmiştir. Çünkü “sağ elin sahip olduğu” hem nikâh ile evlenilen kadınlar hem de mülk olarak sahip olunan kadınlar hakkında söz konusudur.

Demek ki savaşta esir alınan kadınlar, mübadele (esir değişimi) veya serbest bırakma söz konusu değilse, siyasi olarak esaret altında olurlar fakat onlarla cinsel ilişkiye girilemez yani “cariye” yapılamaz. Bunun için her normal kadınla yapıldığı gibi ayrıca nikâh kıyılması gerekir. Buna ise “eş” denir. İslam vicdanı her ne şekilde olursa olsun “nikâhsız” ilişkiye cevaz vermez.

HZ. PEYGAMBER’İN CARİYESİ YOKTU

Bu çerçevede Hz. Peygamber’in iki tane cariyesi olduğu görüşü de doğru değildir. Çünkü bunlardan ilki Reyhane, Medine’deki Yahudi Kurayza kabilesine mensup bir hanımdı. Bu kabile ile yapılan savaş sonunda esir düştü. Hz. Peygamber Reyhane’yi önce serbest bıraktı sonra da evlenme teklif etti. O da kabul edince nikâh kıyarak evlendi.

Mariye ise babası İranlı, annesi Yunan Mısırlı Hrıstiyan bir hanımdı. H. 7 yılda Hz. Peygamber’in İslam’a davet mektubuna bir yazı ile karşılık veren Mısır Kralı tarafından gönderilmişti. Hz. Peygamber’in Reyhane’ye yaptığını ona da yaptığı anlaşılıyor. Çünkü Kur’an içlerinde Mariye’nin de olduğu Hz. Peygamber’in hanımlarından ayırdetmeksizin “Ey peygamber eşleri” diye bahseder. Başka bir tabir kullanmaz. Mesela şu ayette adı geçen hanım Mariye idi.

“Ey peygamber! Eşlerini memnun etmek için Allah’ın serbest bıraktığı şeyi niçin kendine yasaklıyorsun? Allah çok bağışlayıcıdır, sevgi ve merhamet kaynağıdır. Allah yeminlerinizi bir çözüme bağlamayı istemektedir.” (Tahrim; 66/1-2).

Eğer Mariye cariye olsaydı, onu kendine haram kılma (tahrim) söz konusu olmazdı. Bu nedenle birçok müfessirin bunun bir boşama (talak, zıhar) olup olmadığını tartıştığını görüyoruz. Tahrim, talak, zıhar vs. ise nikâh sorumluluğu altındaki “eşler” için geçerlidir. Buradaki eş ise Hafsa, Aişe ve Zeynep ile aynı statüde olan Mariye idi. Dahası Mariye, Hz. Peygamber’in tek erkek evladı olan İbrahim’in annesiydi. Cariye statüsünde olması bu açıdan da mümkün değildir.

Genellikle “cariyeleri” diye çevrilen deyimin geçtiği ayetlerin meali, bu durumda, örneğin Muminun suresinin girişinden örnek verelim şöyle olmak icab eder: “Onlar iffetlerini koruyanlardır. Yalnızca eşleri yani meşru şekilde sahip oldukları ile birlikte olanlardır. Çünkü bu ayıplanacak bir şey değildir. Kim bunun ötesini ararsa, onlar da haddi aşanlardır.”

Ayet “Yalnızca eşleri veya cariyeleri ile birlikte olanlardır.” değil; “Yalnızca eşleri yani meşru şekilde sahip oldukları ile birlikte olanlardır” manasına gelmektedir.

Şu ayet ise, esir alınarak köle yapılan ve böylece evlilik dışı nikâhsız cinsel ilişki kurulabilen kadın demek olan “cariye” uygulamasına yol olmadığının apaçık delilidir:

“Hür mümin kadınlarla (muhsanât) bir yuva kurmaya güç yetirecek durumda olmayanlarınız, savaşta esir alarak sahip olduğunuz (ma meleket eymânukum) iman etmiş kadınları düşünebilir. Allah imanınız ile ilgili her şeyi biliyor. İman edenler artık birbirinin can yoldaşıdırlar. Şu halde onları namusuyla yaşamaları şartıyla, ailelerinden izin alarak ve mehirlerini vererek nikâhlayın.” (Nisa; 4/25)

Dikkate edin, düpedüz ailesinden izinli, mehirli, normal (meşru) evlilikten bahsediliyor. Rızası olmadan, izin alınmadan, mehir verilmeden, nikâh kıymadan, sırf savaşta elime esir düştü diye kadıncağızı cariye yapmak bunu neresinde? Her şeyden önce bu Kur’an’ın ruhuna ve vicdanına ters.

Peki, bugün bir savaş olsa ve Müslümanların eline erkek ve kadınlardan oluşan yüzlerce, binlerce esir düşse, özellikle kadın olanlarına ne yapmak lazım gelir?

GELENEKTE CARİYELİK UYGULAMASI

ELİAÇIK: Eskiden (ihya çağları) üretilen cariye fıkhına göre; ganimet olarak askerlerin mülküne birer ikişer verilip cariye yapılırlar. Ancak bu rastgele ve kuralsız bir şekilde de olmaz. Cariyenin önce hamile olduğunun anlaşılması için bir ay bekletilir. Cariyeye sadece efendisi dokunabilir. Efendisinden çocuğu olursa artık başkasına satılamaz ve efendisi ölürse azat edilir. Efendisinden başka birisiyle evlendirilirse cinsel hakları evlendiği adama geçer ve fakat mülkü efendisinde kalmaya devam eder. Hür eşlerdeki dört sınırı cariyelerde gözetilmez. Eğer efendisinden çocuğu olmazsa alınıp satılabilir. Cinsel ilişkide kullanılmaları için askerlere rasgele dağıtılamaz.

Bunlar geçmiş çağlarda (ihya çağlarında) üretilen ve esir kadınların aşama aşama topluma kazındırılmalarını amaçlayan iyileştirilmiş kölelik hukukudur. En azından Roma veya Sasani kölelik uygulamasından daha insaflı olduğu söylenebilir.

Ancak bu uygulama kendi döneminde olumlu işlevler görmüşse de artık bir anlamı kalmamıştır. Kur’an’ın öngördüğünün bu olduğunu söylemek de mümkün değildir. Bu konuda geçmiş çağlar boyunca üretilen fıkıh, Kur’an’ın runuhu yakalamaktan uzaktır. Müslümanlar, tarihin ve insanlığın kendilerinden beklediğini yapmamışlar, ellerindeki Kitap’ın gerisine düşmüşlerdir. Hadi iyi niyeti elden bırakmayalım; o günkü insanlık şartlarını aşmaya güçleri yetmemiştir.

Yayınlandığı Kaynak :
Yayınlandığı Dergi :
Sanal Dergi :
Makale Linki : http://www.aliaksoy.net/2008/05/07/recep-ihsan-eliacik-ile-zor-meseleler-uzerine-roportaj/