Yazar Adı : | İlim Dalı : Tarih |
Konusu : | Dili : Türkçe |
Özelliği : | Makale Türü : |
Ekleyen : Fıkıh Dersleri/2012-05-16 | Güncelleyen : /0000-00-00 |
Osmanlı’da Müzecilik Kavramı ve Antalya Müzesinin Kuruluşu
Müze, geçmişin korunup muhafaza edildiği bir barınak olarak algılansa da, aslında “geçmiş” denilen şey sabit bir olgu değildir. Müze, geçmişi “geçmiş” haline getiren, daha doğrusu belli bir geçmişin “geçmiş” olarak seçilip algılanmasını sağlayan bir mekan olarak düşünülebilir. Tarih ya da bilim kitaplarında yer alan bilgilerin nesneler aracılığıyla canlandırıldığı mekanlardır onlar. Geçmişle olan bu bağlantı, aslında müzenin kökenine değil, müzelerin kurum olarak en çok genişlediği modern dönemin geçmişle kurduğu ilişkiye bağlıdır.
Hem ilkçağ hem de ortaçağda , sanat eserlerinin sahip olacağı estetik değerin ölçütü, taşıdığı dini anlamlardı. Bir çok eserin muhafaza edilmesinin altında yatan neden de bu anlamdı. Nesnenin taşıdığı estetik değerin dini anlamlarından soyutlanması ve müzenin, barındırdığı nesneler yoluyla hakikatin keşfine götürecek bir araç olarak kullanılması, antik dönemi temel alan Rönesans hümanizmi ile fiziksel dünyaya karşı yeni uyanan merakın bir araya gelmesi sonucu gerçekleşir. 17. yüzyıldan sonra antik döneme ait eserler , paganizm bağlamında değerlendirilmekten çıkar ve hümanist ideallerin dayandığı bir dönemin göstergeleri olarak algılanmaya başlar.[1]
Batılılar tarafından koleksiyon ve teşhir işlevlerini sınırlı da olsa yerine getirmeleri bakımından ilk müze örnekleri olarak addedilen “merak konusu nesneler odası” da (cabinet of curiosities) bu sırada ortaya çıkar. Evinin bir bölümünü ilginç taşlar, deniz kabukları ya da egzotik hayvanlar sergileyerek müzeye dönüştüren dönemin zenginleri, ender rastlanan, ilginç bulunan çeşit çeşit nesneyi bir araya getirdikleri özel koleksiyonlar oluştururlar.[2]
Müzedeki nesnelere ilişkin bilginin sabit bir sınıflandırma kazanması ve doğrudan görselliğe bağlanması pozitivist bilimin hakim olduğu, mantıksal düzenin büyük ölçüde görsellik üzerinden inşa edildiği 19. yüzyıl modernitesinin ürünüydü. Antik dönemin görsellik karşısındaki şüpheci yaklaşımına karşılık, modern dönemde gelişen bilim anlayışı, bilimsel, siyasal ve kavramsal hakikatleri görsel yollarla doğrulamaktaydı.
19. yüzyılın eşiğinde Avrupa’da dünyayı modern müzeciliğe götürecek adımlar sanat tarihi disiplinin temellerinin oluşturulmasıyla atılmıştır. Ancak aynı yüzyılın sonlarında doruğa ulaşan milliyetçi anlayış, sanatı klasik tarih anlayışına bağlı bir oluşum, gelişim ve çöküş serüveninin içine oturtur. 19. yüzyılda sanatı belli bir halkın kimliğinin göstergesi olarak algılamak, her halkın belli bir “öz”e sahip olduğu varsayımını beraberinde getirmiştir. Özellikle İngiltere ve Fransa, en büyük müzelerini bu doğrultuda oluşturur; bu amaçla da emperyal güçleriyle ele geçirdikleri eserleri kullanırlar. Doğu’dan Batı’ya uzanan bir gelişim çizgisi oluşturarak, aynı zamanda uygarlıkların evriminin de haritasını çıkarırlar ve her modern ülke için, benimsemek isteyebileceği, kendi üstünlüğünü kanıtlayabileceği bir tarih yazarlar. Modern dönem, kendi kültürel geçmişini ve bu geçmişin dünyayla olan bağlantılarını müzelerinde inşa eder.[3]
Türkiye’de müzecilik, Batıda olduğu kadar uzun bir geçmişe sahip değildir. Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk müze Tophane-i Amire Müşiri Ahmet Fethi Paşa’nın Aya İrini Kilisesi’nde antika eşya ve eski silahları toplamaya başlama teşebbüsü ile 1846 yılında kurulmuştur.[4] Ancak bugünkü anlamda müze olmaktan ziyade, eski ve kıymetli silahların, imparatorluğun türlü semtlerinden getirtilen antik devir eşyasının toplandığı ve korunduğu bir yer yani müze deposu konumunda olan bu koleksiyonlar halkın ziyaretine açık değildi. Devlet adına yapılacak kazılardan elde edilecek eserlerle bir müze kurulması fikri ilk defa 1868 tarihinde Ali Paşa’nın sadrazamlığı sırasında ortaya atılmıştır.[5] Bu doğrultuda Ahmet Fethi Paşa eski kilise alanını ikiye bölerek, bir tarafı “Mecmua-i Esliha-i Atika” (eski silah koleksiyonu), diğer tarafı da “Mecmua-i Asar-ı Atika” (eski eser koleksiyonu) adıyla müzeye dönüştürmüştür. Eski silahların toplandığı bir müze halinde gelişim gösteren Mecmua-i Esliha-i Atika, daha sonra Askeri Müze adını alırken; Mecmua-i Asar-ı Atika daha çok arkeolojik eserlerin toplandığı bir kısım olmuş ve “Müze-yi Hümayun” olarak tanımlanmıştır.[6]
Müzeye ilk önce Galatasaray Sultanisi öğretmenlerinden Mr. Goold 8 Temmuz 1869 tarihinde müdür olarak atanmış ve 1871’de Fransızca bir katalog hazırlamıştır. Ancak müzeye asıl ivmesini kazandıran kişi 1872’de müze müdürlüğü görevine atanan Dr. Anton Detheir’dir. Onun zamanında 1874 tarihini taşıyan Asar-ı Atika Nizamnamesi yapılmış ve arkeolojik eserler Çinili köşke taşınmıştır. Böylece 1876 yılında Askeri Müze ile Arkeoloji Müzesi birbirinden ayrılmıştır.[7]
19. yüzyılın sonlarında müzeler, batıda olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu için de ulusal destek yaratma programının bir parçası olurlar. 1881 yılında müze müdürlüğü görevine bir Osmanlı uyruğunun –Osman Hamdi Bey’in- seçilmesi kararı Osmanlı’nın tarihsel ve kültürel mirasının parçası olarak tarihi eserlerin denetimini ele geçirme dürtüsüyle yakından ilgilidir. Osman Hamdi’nin yönetiminde Müze-i Hümayun, neredeyse tamamen keyfi olarak oluşturulmuş bir tarihi eser koleksiyonundan, gelişmekte olan devlet ideolojilerini temsil edebilecek bir kuruma dönüşür. Müze müdürlüğü görevini 1910’da ölene dek sürdüren Osman Hamdi’nin, müze yöneticiliğinin ilk on yılı boyunca gerçekleştirdiği idari, arkeolojik ve hukuki çalışmalar, müzenin daha sonraki gelişimi için temel oluşturur. Bu çabalar, onun arkeoloji müzesine milliyetçi bir Osmanlı kurumu niteliği kazandırma arzusunu ve halkın zihninde müze için bir yer oluşturma gereğinin bilincinde olduğunu gösterir. [8]
Bu dönemde tarihi eserlerin, Osmanlı kimliğinin ifade edilmesinde bu denli kilit bir rol oynamaya başlamasının nedeni önemlidir: 19. yüzyılda Osmanlı topraklarında araştırmalar yapan Avrupalı arkeologların büyük bir kısmı, Dışişlerinin adamı olarak görev yapıyor ve istihbarat teşkilatlarıyla ilişkileri bir yana devlet aleyhinde faaliyette bulunuyorlardı.[9] Gerçekten de Avrupalı arkeologlar, Osmanlı topraklarındaki hak iddialarının doğal olduğunu göstermek için imparatorluğa gelmişlerdir. Bu amaçlar için çalışan arkeologlar Helen-Bizans mirasını ortaya çıkarmış, Avrupa’nın ilerleme anlatılarını yazan müzelere taşımış, böylece Osmanlı’nın toprakları üzerindeki egemenlik iddialarının dayanaksız görünmesine neden olmuşlardır. Dahası, Osmanlı İmparatorluğu toprağa ve altında yatan tarihi eserlere el koyarak kendinden önceki halkları egemenliği altına almış emperyal bir güç olarak görülüyordu. Arkeoloji etkinlikleri, I. Dünya Savaşı’nın öncesi ve sonrasında Avrupalıların Osmanlılara ait topraklardan emperyal paylar alma umutlarını meşrulaştırmalarına katkıda bulundu. Buna karşılık, Osmanlıların arkeoloji etkinlikleri de, Avrupalıların işgaline tepki olarak ve yalnızca eserler üzerindeki haklarının değil, daha da önemlisi, toprakları üzerindeki haklarının tanınmasını sağlamak amacıyla gerçekleştirildi. Dolayısıyla müze ve onunla bağlantılı hukuki pratikler, yalnızca sözel düzeyde kültür mirasının ve tarihin dilini kullanmakla kalmadı, fiziksel olarak da fethin ve egemenliğin dilini kullandı[10]
I. Dünya Savaşı öncesinden başlayarak, milli mücadele yıllarına kadar Anadolu’da emperyal amaçlarla arkeolojik etkinliklerde bulunan devletlerden biri de İtalya’dır. I. Dünya Savaşının arifesinde İtalya Dışişleri Bakanı Antonino di Sangiuliano, Krala ve Başbakana 21 Ocak 1913’te sunduğu bir memorandumda, “Şayet Osmanlı Devleti’nin tasfiyesi ve paylaşılması gündeme gelirse İtalya da söz sahibi olmalıdır” diyerek, İtalya’nın Osmanlı İmparatorluğu’na karşı izleyeceği politikayı belirlemiştir. Memorandumu bir gün sonra İstanbul Büyükelçisi’ne bir telgrafla bildiren Dışişleri Bakanı, ayrıca yazdığı bir mektupla hedeflerini; “Anadolu’ya nüfuz etmek için konsolosluklar ve okullar açmak, gemi seferleri düzenlemek , arkeoloji heyetleri göndermek , ekonomik girişimlerde bulunmak ve çeşitli imtiyazlar almak” şeklinde belirlemiştir. Nüfuz bölgeleri olarak ; diğer büyük devletlerle çatışmaya girişilmeyecek, yabancı gözlerden en uzak yer olan Antalya’yı tercih eden İtalya Hükümeti, Roma Milli Müze Müdürü Roberto Paribeni’yi 10 Nisan 1913’te İstanbul’a göndermiştir.[11]
Roma Milli Müze Müdürü Roberto Paribeni, İzmir, Rodos ve Antalya’da yaptığı incelemelerden sonra İstanbul’daki elçiliğe, yaptığı arkeolojik faaliyetler hakkında değil, Akdeniz’deki balık bolluğu, bölgedeki zengin ormanlar ve su kaynakları hakkında bilgi vermiştir.[12]
Osmanlı İmparatorluğu, İtalya’nın 21 Ocak 1913 tarihli memorandum hedeflerini kısa zamanda anlamakta gecikmemiştir. Zira Konya Valisi, 26 Nisan 1913’te Dahiliye Nezareti’ne, Antalya ve civarında bulunan tarihi eserleri araştırmak üzere Roma Müze Müdürü Mösyö Roberto Paribeni’nin Antalya’ya geldiğini, İtalya vapur kumpanyası tarafından yirmi günden beri Rodos, Antalya ve Mersin arasında haftada bir defa vapur işletmeye başlandığını ve İtalya Hükümeti’nin, Antalya’da bir konsolosluk kurma teşebbüsünde bulunduğunu bildirmiştir. Konya Valisi’nin uyarılarını dikkate alan Dahiliye Nezareti, bahsedilen yazıyı 2 Mayıs 1913 tarih ve 187 evrak numarasıyla Hariciye Nezareti’ne bildirmiştir.[13]
Osmanlı İmparatorluğu, İtalyan arkeoloji etkinliklerinin, bilimsel olmaktan ziyade emperyal amaçlarla gerçekleştirildiğinin farkına varmış gibi görünse de olanları engelleyebilecek güce sahip değildi. Trablusgarp’taki işgal siyasetinin benzerini Antalya’da da izleyen İtalya, burada bir konsoloshane açmış ve Marki Ferrante’yi konsolos olarak atamıştır. Süleyman Fikri (Erten)’e göre; “Marki Ferrante hilekar bir adam olup, ahalinin teveccühünü kazanmak için çeşit çeşit hileler yapmakla beraber, icabında hükümete karşı tahakküm vaziyetini almaktan da çekinmezdi”.[14]
I. Dünya Savaşı’nın başlangıcında tarafsız olan İtalya, aslında daha Balkan Savaşı sırasında Yunanlılara karşı korumak bahanesiyle işgal ettiği Rodos ve 12 Ada’yı boşaltmak karşılığında, Antalya’nın kendisine bırakılması isteğini yüksek sesle söylemekten çekinmiyordu.[15] İtalya; İngiltere, Fransa ve Rusya ile yaptığı görüşmeler sonucunda 26 Nisan 1915’te Londra Antlaşması’nı imzalayarak hem I. Dünya Savaşı’ndaki safını hem de hedeflerini belirginleştirmiştir. Bu antlaşmayla, Adriyatik’te istediği çıkarları elde eden İtalya’ya, On iki Ada ve en önemlisi Antalya veriliyordu.[16] I. Dünya Savaşı’nın sürdüğü yıllarda 17 Nisan 1917 tarihli St. Jean de Maurienne Antlaşmasıyla İtalya, Antalya’ya ilaveten, Menteşe Sancağı, Konya ilinin bir kısmı ile İzmir ve kuzeyini de işgal bölgesi olarak almıştır.[17]
I. Dünya Savaşı öncesinde Antalya’da bir konsolosluk açarak nüfuz kurma çabalarına başlayan İtalya, savaşın başlamasıyla beraber hız kesmek zorunda kalmış ve savaşın sonunda galip devlet statüsünde, daha güçlü olarak bölgeye yönelmiştir. İtalya, hedeflerine daha etkili bir şekilde ulaşabilmek için, Antalya’ya bir heyet göndererek burada dini okul ve sağlık ocağı açma kararı almıştır. Bu arada savaş öncesi faaliyet gösteren konsolosluk da yeniden açılacaktır.[18] Mondros Mütarekesi’nden işgale kadar geçen sürede İtalyanlar, gerçekten Antalya’da yiyecek maddelerini temin, doktorların halkı parasız tedavisi gibi halkın sempatisini toplamaya yönelik faaliyetlerde bulunmuşlardır. İşgalden önce papaz ve rahibeler de gelerek eski çalışmalarına başlamışlardır. Ayrıca İtalyan Hükümeti, burada bir okul, hastane ve telgrafhane açmıştır.[19]
Halkın sempatisini kazanmaya yönelik bir işgal siyaseti izleyen İtalyanlar, Antalya’yı resmen işgal etmek için fırsat kollamaya başladılar. I. Dünya Savaşı’nın bitiminde Osmanlı İmparatorluğu’nun yenik devlet statüsünde imzaladığı Mondros Mütarekesi’nin 7. Maddesine göre; galip devletler kendi güvenliklerini tehdit edecek bir durum karşısında, herhangi bir stratejik noktayı işgal etme hakkına sahip olacaklardı.
27 Mart günü Antalya’dan İzmir ve İstanbul’a giden posta arabasının soyulması ve aynı günün gecesi Rum mahallesi Yenikapı’da bulunan meydanda ansızın bir bomba patlaması, İtalyanlara işgal için gerekli bahaneleri sunmuştur. [20] Bu olay sonrasında İtalya’nın eski Antalya Konsolosu ve dönemin İtalya mümessili Marki Ferrante , mutasarrıf vekili Talat Paşa’ya , anarşiyi bahane göstererek, emniyet için “rahibelerin ikametgahına on nefer asker çıkardıklarını” söylemiştir.[21]Ancak 28 Mart 1919 günü Antalya, İtalya tarafından resmen işgal edilmiştir.
Aynı gün, İtalyanlar şehrin her yanına, Bahriye Miralayı Cavaliere Aleksandro Ciano imzalı işgal beyannamelerini dağıtmışlardır. Bu beyanname İtalyanca ve Türkçe olmak üzere iki surette hazırlanmıştır. Beyannamede işgal gerekçeleri; “Antalya ahalisinin ve mallarının emniyeti taht-ı tehlikededir. Bu son günlerde vahim asayişsizlik ile ölü ve mecruh vukua gelmiştir. Cephaneden firar ile etraftan gelen muzırr eşhas tarafından fenalıklar ika edilmektedir. Dünkü gün İzmir ile İstanbul’a giden posta soyuldu. Bugün sabah memleketin merkezinde büyük bir bomba infilak ettirildi. Antalya ahalisi tarafından vaki olan istida üzerine İtalya devlet fehimesi asakir-i bahriyesinin bir kısmı düvel-i müttefika namına memureyn ve zabıta-i mahalliyenin muavenetiyle asayiş-i umumiyeyi temin etmek için bugün Antalya’yı işgal ediyorlar…” şeklinde açıklanmıştır.[22]
İtalyanların aslında kendi işgal gerekçelerini bizzat yarattıkları, On Yedinci Kolordu Kumandan Vekili Mir-alay Süleyman Fethi Bey’in Harbiye Nezâreti’ne gönderdiği 1 Mayıs 1919 tarihli arizadan anlaşılmaktadır. Süleyman Fethi Bey, “Bomba infilakı gecesi İtalyanların Antalya’ya iki yüz nefer ihraç ettiği halde, oradaki alayın bu ihraçtan neden ve ne suretle haberdar olamadığının mahallinden sorulduğunu” belirterek gelen cevabı Harbiye Nezareti’ne bildirmiştir. İtalyanların ihraç hareketini gören hiç kimse olmamasının nedeni, Antalya’da bulunan alay tarafından, “Bu kolun her halde ihraçtan evvel kasabayı gezmek maksadıyla karaya çıkarılmakta olan efraddan bir kısmının evvelce İtalyan Hastanesi olmak dolayısıyla tahliye edilen sahildeki binada saklandığı zann ve hissolunmaktadır.” şeklinde açıklanmıştır. Ayrıca rahipler, rahibeler ve sağlık görevlilerinin de işgal kuvvetleriyle birlikte mürettebat yanında hazır bulundukları bildirilmiştir.[23] Bu bilgiden anlaşılacağı üzere, aslında İtalyanlar bomba infilakı gerçekleşmeden önce, işgal amacıyla karaya asker çıkarmışlar, üstelik bu askerlerin bir kısmını daha önce İtalyan Hastanesi olarak kullanılan binada saklamışlardır.
İşgal ettikleri toprakları, Büyük Roma İmparatorluğu’nun mirası addederek egemenlik iddialarını pekiştirmeye çalışan İtalyanlar, eski faaliyetlerine hız vererek, bölgedeki arkeolojik eserleri konsoloshaneye taşımaya başlamışlardır. Antalya Ahz-ı Asker Şubesi Reisi Binbaşı Faik, İtalyanların tarihi eserleri konsoloshaneye taşıdıklarını, 16 Nisan 1919’da; “Şube dairesi dahilinde sancak direği altında kain âsâr-ı atîka olup almadığı şubece meçhul bir kabir ve bir (eksik) 13/14 Nisan 335 gecesi İtalyanlar tarafından sökülerek götürülmüştür.” şeklinde dönemin Antalya Tahrirat Müdürü İbrahim Naili Bey’e bildirmiştir.
Tahrirat Müdürü İbrahim Naili Bey, 17 Nisan 1919’da İtalya Konsolosu Marki Ferrante ile görüşülmesi, bahsedilen taşın ve eski toplardan olduğu anlaşılan iki topun iadesinin istenmesi ve bu suretle eksik eşyanın tamamlanması ve bu gibi durumların bir daha tekrarlanmaması yönünde ricada bulunulması şeklinde meseleyi Liva-i Hukukiye Müdüriyet-i Valasına havale etmiştir.[24] Umur-ı Hukukiye Müdürü Ahmed Rauf, İbrahim Naili Bey’in emri üzerine, 22 Nisan 1919’da Marki Ferrante ile yaptığı görüşmenin ayrıntılarını şu şekilde açıklamaktadır:
“Tahrîrât Müdiriyeti’nden şifahen teblîğ ettiğim tarif-i Sâmîleri ve telakki ettiğim 17 Nisan 335 tarihli emir ve der-kenâri-i Devletleri üzerine İtalya Devleti’nin sâbık Konsolosu Mösyö Marki Ferrante Cenâbları ile hanesinde mülakat olundu. Mûmâ-ileyh Marki Cenâbları cevablarında fî’l-hakîka bu gibi âsârdan bazıları el-yevm kendi hane ve dairesinde mevcud bulunduğu ve kıymetdar bulunan bu gibi âsârın pâ-yı tahrib altında çiğnenmesine ilm ü fenn ve marifet namına hiçbir zamanda rû-yi rıza göstermeyeceklerini ve binaen aleyh kıymet-i tarihiyyeyi haiz olan bu ve buna mümasil âsârın muhafazası hususunda hükûmet tarafından bir mahall-i mahsûs ihzar ve irae edilecek olur ise hemen tevdî‛ edileceği ve ma‛a-haza kıymetleri nazara alınmayarak öteye beriye atılmış bulunan daha bu kabil birçok âsâr-ı tarihiyyenin dahi bir taraftan cem‛ ve muhafaza edilmekte bulunulduğunu ve hükûmet-i mahalliyenin bu babda gösterecekleri himmetle memlekette kıymetdar bir “Antalya Osmanlı Müzesi” vücuda gelebileceğini ifade ve Murtuna civarında ve tarihi harabeleri cami bir mahalde köylülerin kireç ocakları tesis ve ihdas etmek suretiyle birçok sütunları mahv u ifnâ etmekte olduklarını gördüklerinden dolayı bilhassa müteessir olarak bu cihetin dahi Makâm-ı ‛Atûfîleri’ne arz ilave-i beyan eylemekle keyfiyet arz olunur efendim.”
İtalya eski Konsolosu Marki Ferrante’nin, Umur-ı Hukukiye Müdürü Ahmed Rauf Bey ile yaptığı görüşmede, tarihi eserlerin konsoloshaneye taşımalarına gerekçe olarak bu eserlerin kıymetlerinin bilinmediğini göstermesi ve bir “Antalya Osmanlı Müzesi” kurulma önerisini ortaya atması dikkate değerdir. Bu görüşme, Antalya Mutasarrıfı Cemal Bey tarafından aynı gün kaleme alınarak, şifre bir telgrafla, Dahiliye Nezâreti’ne bildirilmiştir.[25]
Dahiliye Nezareti, İtalyanların Antalya’da tarihi eserlere yönelik faaliyetleri hakkında edindiği bilgi neticesinde 26 Nisan 1919’da, Antalya Mutasarrıflığı’na bir şifre telgraf yollayarak “Müze Müdîriyle vukû‛ bulan müzakerenin neticelendirilerek âsâr-ı atîkanın hüsn-i muhafazasına itina edilmesi”ni talep etmiştir.[26]
Dahiliye Nezareti’nin bu emri oldukça düşündürücüdür. Çünkü bahsedilen tarihte Antalya’da henüz ne bir müze ne de müze müdürü vardır. Bu emre, Antalya Maarif Müdüriyeti 30 Nisan 1919’da, “Nerelerde ne gibi âsâr-ı nefise ve kadîme bulunduğu Sultanî Muallimleri’nden Süleyman Fikri Efendi bilir bu işlere resmen mûmâ-ileyh memur tayin edeceğim. Maarif Nezâreti’nden tahsisat istenilecektir netice de mutasarrıf beye arz olunacaktır.” şeklinde cevap vermiştir.[27]
Böylece, Antalya’da ilk kez bir müze kurulması ve bu müzenin başına -o sırada Antalya Sultanisi’nde Türkçe öğretmeni olan- Süleyman Fikri Erten’in geçirilmesi düşüncesinin, İtalyanların tarihi eserleri konsoloshanede toplattırmasına bir tepki olarak ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. İmparatorluğun parçalandığı, ulusal direnişin başladığı bu yıllarda, tarihi eserlere ilişkin bu kayıtlar, nesnelerin savaşın kültürel cephesini oluşturmaya devam ettiğini ve toprak üzerindeki egemenliğin ifadesi olarak taşıdıkları değerin savaş bağlamında arttığını gösterir. Toprak altındaki nesnenin aidiyet sorunu, egemenin hangi taraf olacağını da belirleyecekti. Savaşın kültürel cephesinde, işgalci güçler, imparatorluk üzerindeki hak iddialarını, tarihi eserler üzerinden meşrulaştırmaya çalışmışlardır. Bu bağlamda İtalyanlar da aynı metodu izleyerek, ele geçirdikleri tarihi eserleri konsoloshaneye toplamış ve burayı bir nevi müzeye dönüştürmüşlerdir. Hatta İtalya siyasi mümessili Marki Ferrante, “Türklerin tarihi eserlere önem vermediğini ve bu hareketi bilim ve medeniyet namına yaptıklarını” iddia etmiştir. Yani müzelerin, ulusal direnişin bir sembolü olarak öne geçtiği bu dönemde Antalya’da da bir müze kurulması girişimi, İtalyan egemenlik iddialarına karşı bir hareket olarak başlatılmıştır. Ancak müzenin kuruluşuna kadar geçecek süre içersindeki bu egemenlik mücadelesinin, 28 Mart 1919’dan itibaren, İtalyanlar lehine gelişerek devam ettiği, Osmanlı arşiv belgelerinden de anlaşılmaktadır.
Osmanlı Ordu-yı Humâyûnu Baş Kumandanlığı Vekâleti’ne bağlı 17. Fırka Kumandanı Ali Nadir Paşa, Harbiye Nezareti’ni, 24 Nisan 1919’da, çektiği telgrafla, Antalya Kalesi’nde bulunan tarihi eser cinsinden kitaplar, resimli taşlar ve eski zaman işi kaval toplarının toplattırılmakta olduğunu haber aldıktan sonra mahalli hükümeti uyardıklarını ve bura mümessili nezdinde girişimde bulunduklarını belirterek, İtalyanların Antalya Kalesi’ndeki faaliyetleri hakkında bilgilendirmiştir.[28]
Harbiye Nezareti, Ali Nadir Paşa’nın çektiği bu telgraf doğrultusunda, İtalyanların Antalya Kalesi’ndeki faaliyetlerini, Dahiliye Nezareti’ne 5 Mayıs 1919 tarihinde ayrıntılı olarak bildirmiştir. Nezaret, 17. Kolordu Kumandanlığı’na çektiği bir telgrafla, “Meselenin hükümet-i mahalliye ve kuvve-i itilafiye mümessili ile temasda bulunarak hiçbir türlü zaiyata meydan verdirilmeyerek çözümlenmesi” ni talep etmiştir.[29]
Ancak Harbiye Nazırı Müşir Şakir Paşa, Dahiliye Nezareti’ne 14 Mayıs 1919 tarihinde gönderdiği arizada, İtalyanlar tarafından toplanılan eserler geri istendiği halde iadesinin yapılmadığı, iadesi için münasip bir mahal gösterilmesi isteğine karşılık, İtalyanların bir müze kurmak teklifinde bulundukları ve vuku bulan tebligata rağmen halen tahribata devam etmekte olduklarını belirtmiştir.[30]
Harbiye ve Dahiliye Nezaretleri ile Antalya’daki mahalli hükümetin idari birimleri arasında, aynı tarihlerde İtalyanların arkeolojik faaliyetlerine yönelik istihbarat devam etmiştir. Özellikle Antalya’daki mahalli hükümetin idari birimleri arasında, İtalyanların tarihi eserleri Konsoloshane’ye nakliyle ilgili mesuliyet konusunda, birbirini suçlamaya varan yazışmalar yapılmıştır.
Antalya Polis Ser komiseri Eşref Bey, Cami-i Cedîd Mahallesi’nde ve Yanıklık taraflarında Gebizlik adıyla bilinen Cami-i Şerîf içinde üzeri yazılı beş ve Antalya sakinlerinden derici Yani’nin evinde yine üzeri yazılı bir toplam altı taşın kaldırılarak İtalya mümessili Marki Ferrante’nin ikamet ettiği eski İtalya Konsoloshanesi’ne nakledildiğini, 13 Mayıs 1919’da mutasarrıflığa bildirmiştir. Aynı gün Antalya Mutasarrıfı Cemal Bey, baş komiserliğe; “Bunların hüsn-i muhafazası lazım iken götürüldükten sonra malumat verilmesi şâyân-ı dikkattir.”şeklinde cevap vererek eserlerin korunması konusunda emniyet müdürlüğünün gerekli özeni göstermediğini vurgulamıştır. Bu suçlama karşısında ser komiser Eşref Bey, 14 Mayıs 1919’da “Ahcar-ı mezkûrenin nakli zabıta tarafından görülerek bilahere mesmu olmuş ve bunların hüsn-i muhafazası maarif idaresine aid bulunmuş olduğu ma‛rûzdur” diyerek, tarihi eserlerin korunması konusunda sorumluluğun aslında maarif idaresine ait olduğunu belirtmiştir.
Maarif Müdüriyeti, Antalya Mutasarrıflığı’na bu konuyla ilgili sorumluluğunu yerine getirememe gerekçesini 15 Mayıs 1919’da; bu gibi tarihi eserlerin korunmasının ödeneksiz ve parasız yapılmasının mümkün olmadığı, Dahiliye Nezareti’nden ödenek istenildiği halde gönderilmediği, mahalli imkanlar ölçüsünde meseleyi belediyeden amele verilmesi suretiyle şimdilik çözebildiklerini, belirterek açıklamıştır.[31]
Bu olayların sonucunda, Antalya Mutasarrıflığı, İtalya Konsolosu’nun beraberindeki bir tarihi eser uzmanı ile birlikte, rast geldikleri bütün tarihi eserleri mahalli idarenin ha
Yayınlandığı Kaynak : |
Yayınlandığı Dergi : |
Sanal Dergi : |
Makale Linki : http://www.yenimakale.com/tarih/571-osmanlida-muzecilik-kavrami-ve-antalya-muzesinin-kurulusu.html |
E-Dosya : |
Kitap Link : Link bağlantısına ulaşmak için tıklayınız. |