Hit (4679) M-1894

Fazlur Rahmanın İslami İlimlerde Metodoloji Arayışı

Yazar Adı : İlim Dalı : Hadis
Konusu : Dili : Türkçe
Özelliği : Makale Türü :
Ekleyen : Nurgül Çepni/2010-02-05 Güncelleyen : /0000-00-00

Fazlur Rahman'ın İslami İlimlerde Metodoloji Arayışı
Fadl Al-Rahman’s Searchıng Of Methodology In Islamıc Scıences


GİRİŞ
Uzun süre batida yasamis biri olarak Fazlur Rahman, Bati dünyasi ile Islam dünyasi arasinda mukayese imkani bulmus ve Müslümanlarin son dönemde içinde bulunduklari sikintilari çok daha iyi fark edebilmistir. Onun bu durum karsisinda büyük bir istirap duydugu ve duygu ve düsüncelerini her vesile ile ifade ettigi bilinmektedir.
Bugün Müslümanlar bir geçis dönemi yasamaktadirlar. Sayet bu dönüsüme hazir olunmaz ise, baska bir sosyal ve kültürel düzen tarafindan yikilip yok olacaklardir. Ona göre Müslümanlarin geri kalma sebeplerinden biri de ortaçagdaki egitim anlayisidir. Ilimleri dinî ilimler ve aklî ilimler seklinde ikiye ayirmak ve birinci ile mesgul olmayi elzem görmek seklindeki bir yaklasim tehlikeli gidisatin baslangici olmustur.
Fazlur Rahman’a göre, Müslümanlarin en büyük hatasi felsefeyi kinamis olmalaridir. Esasen Müslümanlar felsefeyi ve akli geri plana itmeleri sebebiyle, hem kendilerine hem de insanliga kötülükte bulunmuslardir. “Sonuç ise, Islam’in kamburu haline gelen bir nevi Brahmanizm olmustur. Muhammed Ikbal gibi elestirmen ve sâir birinin kizginlikla haykirmasi, bu sebeple hiç de sasirtici degildir ki, o istirabini söyle ifade etmistir: “Yüzünüzün çirkinliginden ayna bile utanç içinde!”
Kur’ân-i Kerîm’i anlamaya ve yorumlamaya yönelik olmasi gereken tefsirlerin büyük bir kismi sadece gramer tahlilinden ibarettir. Nitekim Beyzâvî’nin (ö. 685/1286) medreselerde Kur’an’i ögretmek için devamli okutulan meshur tefsiri bile bu türdendir. Iste böylece insani sarsan inkilapçi bir özelligi olan Kur’an gibi dinî bir kitap, gramer ve hitabet süprüntüleri altinda gömülü kalmaya mahkum edilmistir. Çok gariptir ki, Kur’an, bizzat kendi basina hiçbir zaman medreselerde tedrisat konusu olmamistir. Herhalde Kur’an’in bu sekilde incelenmeyisi, sadece ögretimle ve Kelâm’la ilgili durumu degil, mevcut toplumsal düzeni degistirmesinden korkuldugu içindir. Sirf açiklama amaci ile serh yazma aliskanligi ve özgün fikir üretme çabalarinin istikrarli bir sekilde yavaslamasi sonucu, Islam dünyasi, maalesef tam anlamiyla ansiklopedik bilgi sahibi olan, fakat bir meselede söyleyecegi yeni hiçbir seyi olmayan bir âlim tipiyle karsi karsiya kalmistir.
Gazzalî (ö. 505/1111) ve Ibn Teymiyye’nin (ö.728/1328) fikirlerinin Müslümanlar ve Islâmî ilimler üzerindeki baskin etkilerini tartisan Fazlur Rahman, felsefe ile mücadele etmis olan Gazzali’yi elestirmekte ve Ibn Teymiyye’nin hareketini de yarim kalmis bir mücadele olarak nitelendirmektedir. Daha sonra Müslüman ülkelerde “ihyaci” hareketin basladigini, bunun da Ibn Teymiyye’ye dayanan Vehhâbî hareketine, Kuzey Afrika’da Senûsîler, Bati Afrika’da Fülânîler ve Hindistan’daki paraleli Islâm’in esas temellerine yani Kur’an ve Hz. Peygamber’in hayat tarzina dayanan gelenegin köklü bir sorgulamasina giristiklerini gündeme getirmektedir.
Fazlur Rahman’a göre, “ihyaci” olarak nitelendirilebilecek fikir akimlarinin ardindan on dokuzuncu yüzyilin sonlarinda çagdaslasmayi savunan bes önemli Müslüman düsünür, Islâm’in ilme olan olumlu tutumunu ve tabiata zarar vermeden arastirmanin tesvik edildigini seslendirmisler ve bu fikirlerini yaymaya çalismislardir. Bu düsünürler, Hindistanli Sah Veliyyulah ed-Dehlevî (ö. 1181/1767), Seyyid Ahmed Han (ö 1315/1897), Cemaleddin Afganî (ö.1315/1897) ve Seyyid Emir Ali (ö.1347/1928), Türkiye’de Namik Kemal (ö. 1303/1886) ve Misir’dan Seyh Muhammed Abduh (ö. 1323/1905) tur.
Diger taraftan Türkiye’ye ve yakin tarihine çok iyi vakif olan Fazlur Rahman, Islâm adli eserinde, Türkiye’de 1949 yilinda baslayan örgün Islâm egitimi sayesinde bir gelisme oldugunu, Bati kültürüne yakin ve yatkin anlayisi da barindirmasi sebebiyle Islâm rönesansinin gerçeklesebilecegini ümit etmektedir. Fazlur Rahman, Müslüman modernist olmanin laik anlamina gelmedigini, aksine her alanda Islâm kimligi tasidigini belirttikten sonra Müslüman modernistlerin kesinlikle batili sosyal degerlerin hepsini birden kabul etmeyip, Islâm’a uymayan yönlerini reddettigini söylemektedir. Onun düsüncesine göre, Müslüman itirazcilar demokrasiyi reddetmekle açikça hatalidirlar. Oysa demokrasi ispat edilebilir ve açik bir tarzda Kur’an tarafindan ümmet hayatinin ahlâkî temeli olarak emredilmistir. Bu sebeple Bati demokratik formlarinda Kur’an açisindan, zararli ya da kötü bir sey yoktur; dahasi bunlar övgüye layik degerlerdir.
Fazlur Rahman, Müslümanlar’in içine düstükleri sikintilardan kurtulabilmeleri için Kur’an ve Sünneti iyi anlamalari ve günün sart ve gereklerine göre onlari her an yeniden yorumlayabilmelerini zorunlu görmektedir. Bu yüzden o, Islâmî ilimler için, öncelikle de tefsir, fikih ve hadis ilimleri alaninda yeni bir metodoloji arayisina girmis ve bu alanlarda bir takim ilkeler ortaya koymaya gayret etmistir. Bu çalismada Fazlur Rahman’in tefsir, fikih ve hadis ilimleri için ortaya koymaya çalistigi metodoloji yine kendi eserlerinden hareketle ele alinmaya çalisilacaktir.

I. TEFSIR METODOLOJISI
Fazlur Rahman’a göre, eski nesiller nasil Kur’an’i ve Hz. Peygamber’in Sünnetini özgürce yorumlamak, yani idealleri ve ilkeleri vurgulamak ve onlari kendi zamanlarinin yeni yapisi içinde somutlastirmak suretiyle kendi sorunlarini uygun bir sekilde halletmis iseler, bizim de ayni seyleri kendi çabamizla kendimiz için, çagdas tarihimiz için yapmamiz gerekmektedir.
Gayet belirli bir sekilde cereyan eden ve etmekte olan toplumsal degismeyi, gözlerini kapayarak görmezlikten gelip, hâlâ Kur’an’in kurallarini lafzî (literal) manasi ile uygulamakta israr etmek, Kur’an’in toplumsal ve ahlâkî gayelerini, hedeflerini kasden yok etmek demektir. Bu yüzden, Müslüman’in çagdas dünyadaki sorunlarina cevap verebilecek bir yorumbilim metodunun gelistirilmesi zorunludur. Olusturulacak bu yeni metot, bazi unsurlari içerecegi gibi, diger bazi unsurlari da dislamalidir; tamamen Kur’an’in asil anlasilmasi yönü ile ilgilenmeli, estetik güzelligi ve edebî üstünlügü gibi yönleriyle vakit kaybetmemelidir.
Fazlur Rahman’in, Kur’an için önerdigi yorumlama süreci, tarihsellik-evrensellik olmak üzere ikili bir hareketi içermektedir. O, bu konuda su ilkeyi ortaya koymaktadir:
Önce, zamanimizdan Kur’an’in indirildigi ana gitmeli; sonra tekrar oradan, kendi zamanimiza dönmeliyiz. Zira Kur’an, Peygamber’in zamanindaki ahlâkî ve toplumsal durumlara ve özellikle onun zamaninda ticaretle ugrasan Mekke toplumunun sorunlarina Peygamber’in zihnî araciligiyla gönderilen ilahî bir cevaptir. Su halde birinci hareketin ilk asamasi, hem Kur’an’in bir bütün olarak ne demek istedigini anlamak ve hem de özel durumlara cevap teskil eden belli ilkelerini kavramaktan ibarettir.
Ikinci asama ise, Kur’an’in belirli cevaplarini genellestirerek, onlari genel ahlâkî-toplumsal amaç/hedeflerin ifadeleri olarak ortaya koymaktir. Bu genel ilkeler, toplumsal ve tarihî arkaplani içinde incelenen belli ayetlerden ve çogu zaman bu ayetlerde zikredilen hükmün illetlerinden (rationes legis) “süzülerek” çikarilir.
Fazlur Rahman’a göre, bu yolla dinde yenilik degil, dinin yorumunda yenilik olacagi açiktir. Çünkü Kur’an bizzat kendi tarihi ortami içinde incelenirse daha iyi anlasilir. Ancak Kur’an’i incelememiz burada bitmeyip, onun çagimiza olan ilgisini de ortaya koyuncaya kadar devam etmelidir. Nitekim belli bir süre sonra Müslümanlar, Kur’an’in taniklik hukukunu degistirmisler ve böylece iki tanik üzerinde israr etmek yerine bir tanik ve bir yemin esasina göre karara baglamislardir. Çünkü onlar, Kur’an’in istediginin, iki tanigin taniklik etmesi degil de, adaletin gerçeklestirilmesi oldugunu gayet iyi biliyorlardi. Mesela, kisisel itiraflari içeren bir kasete (elbetteki kasetin sihhati her türlü süpheden hali bulunmalidir) sahip olunsa, bu taktirde herhangi bir davada bilinen taniklik sekillerinden bile vazgeçmek mümkün olabilir.
Fazlur Rahman, Kur’an’in savas ve barisla ilgili hükümlerinin tamamen yöresel oldugunu, bu meyanda Allah’in konusup (vahiy), Peygamber’in ise belli bir tarihi baglamda hareket ettigini, ancak onun sirf bu tarihi baglam için hareket etmediginin de kesin oldugunu ifade etmekte, bu görüsünü söyle bir örnekle açiklamaktadir:
Meselâ, faizsiz bankanin günümüz dünyasinda isleyip islemeyecegine karar vermek ekonomistlere ve para uzmanlarina aittir. Eger isliyorsa ne alâ. Ama islemiyorsa bu taktirde titiz bir sekilde kontrol edilen bir ekonomiye sahip olan günümüz ticari bankaciliginin Kur’anî yasaklamanin kapsamina girdigi ve Nebevî Sünnet tarafindan lanetlendigi hususunda israr etmek, ne tarihi gerçeklerle ne de dinî dürüstlükle bagdasir bir tutumdur. Bu olsa olsa insana olan güven duygusunun yok olmasinin yol açtigi siddetli bir bunalim ve her türlü insanî projeyi alaya alan asiri bir umursamazlik durumudur.
Kur’an ve Sünnet bize kati bir sekilcilige saplanmamiz için degil, onlari ahlâkî açidan dogru bir sekilde anlamamiz ve uygulamamiz için bahsedilmistir. Çünkü ahlâkî degerler, tarih boyunca sürekli toplumun pratik ihtiyaçlarina cevap vermek üzere gelistirilen ve pratik neticelerini verdikten sonra (tarihsel bir hukukî çözümün veya yere ve zamana bagli bir kararin aksine), diger gelecek olaylar ve sartlar için degerini kaybeden, ikinci dereceden deger gibi degildir. Su halde ahlâkî degerler tarih üstü bir geçerlige sahiptir.
Fazlur Rahman’a göre “tarihi tenkit metodu” sadece Islam tarihine, yahut Sünnetin anlasilmasina degil, bizzat Kur’an’a da tatbik edilebilir, hatta edilmelidir. Kur’an’a genis kronolojik gelisimi içerisinde bakmadan mesajinin tam ve etkili bir sekilde anlasilmasina imkan yoktur. Elbette Kur’an’i ayet ayet kronolojik olarak yeniden üretmek imkansizdir. Fakat bu genis bir çerçeve içerisinde ve ana çizgileriyle mümkündür. Bunun için en faydali yöntem, Kur’ânî yöntem, Kur’ânî temalarin (Kur’an’in ana konu ve fikirlerinin) çikis ve gelisimlerini tarihsel olarak takip etmektir. Diger taraftan Müslümanlar Kur’an’i parçaci bir sekilde anlarken, gayr-i müslimler de Kur’an’a en iyisinden yüzeysel bir sekilde en kötü haliyle de önyargili yaklasmislardir.
Buraya kadar zikredilenlerden anlasildigi gibi, Fazlur Rahman’in Kur’an’in anlasilmasi için ortaya koydugu ilkeleri kisaca üç maddede özetlemek mümkündür:
1) Kur’an’a parçaci degil, bütünsel yaklasmak
2) Tarihî tenkit metodunu kullanmak
3) Kur’an’in ahlâkî ve evrensel hükümlerini ortaya koymak.

II. FIKIH METODOLOJISI
Fazlur Rahman, Tefsir ilimleri için metodoloji arayisi içinde oldugu gibi Fikih ilmi için de yeni bir metot tesis edilmesi gerektigini savunmaktadir. Zamana ve zemine bagli olarak hükümlerin farkli yorumlanabilecegini belirtmektedir. Bu konudaki fikirlerini desteklemek amaciyla, Hz. Ömer’in siddetli kitlik zamaninda hirsizlar için öngörülen hadd cezasini kaldirdigini, Hz. Peygamber döneminde fethedilen topraklar askerler arasinda pay edilirken, Misir ve Irak fethedildiginde Hz. Ömer’in, bir takim mülahazalardan dolayi bu topraklari eski ahalisine biraktigini, örnek göstermektedir.
Müslümanlarin geri kalis sebeplerinden biri olarak içtihad ve icmâ kurumlarinin gelistirilememis olmasina isaret eden Fazlur Rahman, içtihadin sadece yatay hüküm çikarmak için degil, ayni zamanda ortaya çikacak olan tek tek ilkeler manzumesini kendilerine baglayabilecegimiz genel prensipler çikarmak için gerektigini ve bu prensiplerin bir üst yapi olarak düzenlemek maksadiyla kullanilmasini vurgulamaktadir.
“Bir fakih, Kur’an veya Sünnet’in belli bir nassini kiyasa esas alirken, diger bir fakih tamamen degisik bir ayet veya hadisi ayni meselede kiyas için esas alabiliyordu. Halbuki bu tür yetersiz metotlarla ugrasmak yerine fukaha, Kur’an’in deger ve ilkelerini sistemli bir sekilde çikarmaya çalissalardi, herhalde sonuç sasirtici biçimde farkli olurdu.”
“Icmâ”ya gelince; Imam Mâlik, Sünnet ve icmâ terimlerini hemen hemen ayni manalarda kullanmistir. Su halde icmâ yorumlanmis Sünnettir. Ya da ikinci anlamda Sünnettir. Çünkü cemaatin kabul etmesi sonucu yavas yavas herkes tarafindan kabul edilir duruma gelmistir. Bu bakimdan ideal Sünnet ile icmâ ya da ikinci anlamdaki Sünnet arasinda, kiyas ya da içtihadin zorunlu faaliyet alani yer almaktadir.”
Ona göre, içtihad, kural içeren bir nassin veya geçmisteki emsal bir durumun (precedent) manasini anlama ve o kurali öyle bir sekilde “tesmil”, “tahsis” ya da olmadigi takdirde “ta’til” ederek degistirme çabasidir.
Fazlur Rahman’a göre Safiî’nin, Kitap, Sünnet, icmâ, içtihad siralamasi yapmasiyla birlikte, içtihad-icma düzeni, icmâ-içtihad düzenine dönüsmüs, bunun sonucu olarak da aralarindaki organik baglar kopmustur. Dolayisiyla hür içtihad sonucunda meydana gelen icmâ, bir süreç ve ileriye yönelik bir sey olacagi yerde, statik ve geçmise yönelik bir sey oluvermistir.
Daha sonra Abbasiler döneminde icmâ ve içtihadin yerine hadis konuldugunu, bu yüzden her türlü yaratici sürece son verildigini ifade eden Fazlur Rahman, içtihad kapisinin kapatildiginin iddia edilmesiyle birlikte, Sünnet anlayisinin da donuklastirildigini belirtmektedir. Bütün bu tespitlerden hareketle Fazlur Rahman’in fikih ilmi için öngördügü metodolojinin içtihad eksenli oldugu söylenebilir.

III. HADIS METODOLOJISI
Tefsir ve Fikihta yeni bir metodoloji arayisi içinde olan Fazlur Rahman, hadis ilmi için de yeni bir metodoloji olusturulmasini ve bu nedenle Sünnet ve hadisin yeniden yorumlanmasi gerektigini savunmaktadir.
Fazlur Rahman’a göre hadis, Sünnet’ten farkli bir kavramdir. Hadislerin olusumu Sünnetin ardindan gelen bir süreçtir. Ona göre, kelime olarak hadis, hikaye, rivayet ve haber anlaminda, istilahta ise ayni adi tasiyan Islâmî bir disiplinin bir birimi olarak, genellikle çok kisa olan ve “Hz. Peygamber’in söyledikleri, yaptiklari, tasvip ya da reddettikleri veya sahabilerin özellikle yasli olanlarin ve daha özel olarak da ilk dört halife hakkinda bilgi vermeyi amaçlayan ve sözlü hale gelmis haberlerdir. Fazlur Rahman hadislerin olusum sürecini su sekilde açiklar:
“Hadisler, Islâm ümmetinin durumuna yillarca bir süreklilik ve istikrar kazandirmistir. Ancak bu istikrar, ortaçagin sonraki devirlerinde yeni bir yaraticilik ve orijinallikten yoksunluk pahasina muhafaza edilmistir. Siyâsî, ahlâkî ve fikhî konulardaki olasi görüsler Hz. Peygamber’e isnat edilmis ve böylece, Islâm içinde fikirler arasinda bir savas baslamistir. Bu savas nihayet büyük ölçüde çogunlugun görüslerini ifade eden ve bu bakimdan da bir bütün olarak nebevî ögretinin ruhunu yansitir mahiyette kabul edilebilen hadisi üçüncü asir boyunca toplamis olan Ehl-i hadis’in gayretleri sayesinde sona erdirilmistir.
Iste, Ehl-i hadis’in faaliyeti sayesinde “ortadoks” görüs noktasini tespit etmis ve dördüncü asirda Es’arî ve Maturidî’nin ellerinde ortadoks (Ehl-i Sünnet) inancinin ve kelaminin ifade edilmesine yol açmis olan orta yolun temsilcisi, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in bu görüsleridir. Ancak bu dengenin üzerine kuruldugu temel, daha fazla büyümeye ve gelismeye imkan vermemistir... Islâmî metodolojînin temel yapisi da gelisirken muhafazakarliktan baska bir sey yapmamistir. Neticede hadisle de desteklenen Islâmî sistemin içerigi ebedi degismez ve tekrar gözden geçirilmez bir özellik kazanmistir.”
Fazlur Rahman, muhteva açisindan hadisleri klasik hadis kaynaklarinda rastlanmayan üç farkli grupta toplayarak, 1.Teknik hadis 2.Tarihî/biyografik hadis ve 3.Dinî hadis seklinde incelemistir. Teknik hadisler, genellikle fikhî, sosyal, ekonomik, siyasî vb. konulari; Tarihî/biyografik hadisler, Hz. Peygamber’in hayati ile ilgili siyer kitaplarindaki rivayetleri; Dinî hadis de namaz, oruç, zekat, hac gibi dinî ibadetlerle ilgili hadisleri içerir.
Diger taraftan Fazlur Rahman’in hadise yönelik tenkitlerinin bir kismi “isnad”la, diger bir kismi da “hadis metinleri” ile alâkalidir.

A. Isnad
Fazlur Rahman’a göre, ilk dönemlerde hadislerin çok büyük bir kismi, nebevî hadis’in tabiî olarak az olmasi nedeniyle Hz. Peygamber’e degil de daha sonraki nesillere dayanmaktadir. Gerçekten de ikinci asra ait elimizdeki mevcut eserlerde fikhî ve hatta ahlâkî hadislerin çogu Hz. Peygamber’den gelmis degildir; aksine sahabeye, tâbiîne ve üçüncü kusaga aittir. Ancak hadis hareketi, daha sonralari bizzat gerçeklestirmek istedigi gayenin gerekli kildigi bir iç zorunluluk sonucu hadisi çiktigi en tabiî kaynagina yani Hz. Peygamber’in sahsina isnat etmeye yöneltmistir.
“Bizzat isnadin kendisi, birinci asrin sonlarina dogru ortaya çikmis, oldukça geç bir gelismedir. Buhâri ve Müslim’de yer alan ve siyasî karisikliklardan haber veren hadislerin isnadlari mükemmeldir. Ancak tarihî bakimdan dürüst olmak gerekirse, onlari kabul edemeyiz.” Ebü Yusuf’un hadisin çogalmasina karsi yaptigi uyarilara ragmen bir çok hadis, onun zamaninda açikça öncekilere isnat edilmistir. Esasen hadis, nihâi temeli olarak “nebevî model”e sahip olmakla birlikte, ilk dönem nesillerinin bu modeli esas alarak gerçeklestirdikleri eserleri temsil etmektedir.
Ona göre, bizzat klasik hadisçiler tarafindan iyice bilindigi ve kabul edildigi üzere ahlâki vecizeler, ahlaki güzellestirmeyi amaçlayan sözler ve hikmetler, Hz. Peygamber’e isnat edilebilmis ve üstelik bu yapilirken isnadin tarihsel olup olmamasina bile bakilmamistir. Aslinda gerçek anlamda Hz. Peygamber’e ait olmasi gereken, fikhî ve kelâmi hadisler, yani imanla ve uygulama ile ilgili hadislerdir... Su halde birine göre ahlâkî bir deger ihtivâ eden fikhî bir söz de niçin ayni sekilde Hz. Peygamber’e isnat edilmesin?

B. Hadis Metinleri
Fazlur Rahman’a göre hadis, bizzat Müslümanlar tarafindan ifade edilmis ve görünüste Hz. Peygamber’e isnat edilmis özdeyislerin toplamidir:
“Hadis hareketlerinin daha henüz Peygamberimiz devrinde basladigi süphesizdir. Zira Araplar, sairlerin, kahinlerin ve kabilenin ileri gelenlerinin sözlerini ezberler ve bunlari nesilden nesile iletirlerdi. Bu gelenegin, Allah Rasûlü’nün sözleri için uygulanmadigini ileri sürmek akil disi olur. Kaldi ki, Kur’an’in tesvikiyle Müslümanlar onun söz ve davranislarini örnek olarak korumakla sorumlu tutulmuslardir. O halde Peygamber zamaninda bile hadis vardi; ancak bu sirada hadis henüz bir ilim olarak yoktu. Hadisin bir ilim olarak tesekkülü yavas yavas birikimle ancak üçüncü hicrî asirda olmustur. Böylece hadis, içtihadda Sünnetin yerini almaya baslamistir.”
Fazlur Rahman, hadisçilerin tedbir olarak iki ilke ortaya koyduklarini iddia etmektedir. Bunlardan birincisi, Hz. Peygamber’e atfedilen mevcut güzel sözlerin kendisine ait oldugunun varsayilmasi; ikincisi ise, Hz. Peygamber’in, “Benim hakkimda kasitli olarak yalan söyleyen cehennemdeki yerine hazirlansin” hadisinin uydurulmasidir. Fazlur Rahman, bu hadisin sonradan uyduruldugunu, Ebû Yusuf’un bile bu hadisi bilmedigini söylemektedir.
Öte yandan Fazlur Rahman “Müslüman diger Müslümanlarin elinden ve dilinden salim oldugu kimsedir.” hadisinin asiri ve sorumsuz politikacilarin ve iç savaslarin yol açtigi ortamda kök saldigini, iddia ederek hadis kitaplarindaki en meshur ve sahih kabul edilen hadislerin dahi belli bir kesim tarafindan bilinçli olarak yayginlastirildigini savunmus olmaktadir. Yine “Sözümü isitip onu kendinden sonrakilere isittigi gibi ulastiran kimsenin Allah yüzünü ak etsin...” hadisinin de en eski rivayetinin Safiî’ye ait oldugunu, hadisin hadisle desteklenmek üzere kesinlikle bazi fikih çevrelerinde ortaya çiktigini söylemektedir. Ayrica ona göre itikadî mezheplerin dogusuyla birlikte hadis uydurmaciligi hizla yayilmis, her grup kendi görüsünü destekler mahiyette hadisler ortaya koymustur. Bazi gruplarin görüsleri de devlet tarafindan desteklenmistir.
Fazlur Rahman’in en çok elestirdigi sahis süphesiz Safiî’dir. O, hadis hareketinin Safîî ile basladigini ve Safii’nin “hadis sampiyonu” oldugunu kaydetmekte ve bu konuda söyle söylemektedir:
“Safiî, sürekli ve hür yorumlama hareketine karsi çikmak ve dolayisiyla Yasayan Sünnet’in yerine hadisi koymak amaciyla basarili bir kampanya yürütmüstür.”
Onun bu fikirlerini kendinden önce seslendirenlerden biri de Schacht’tir. Schacht’a göre, eski hukuk okullarinin Yasayan Sünneti, önce ortaya çikmis, ikinci safhada sahabilerin himayesi altinda (yani sahabeye nibet edilerek) ileri sürülmüs, ve bizzat Hz. Peygamber’e isnat edilen Sünnetler de hicrî II. yüzyilin ortalarina dogru muhaddisler tarafindan piyasaya çikarilmistir.
Diger yandan Fazlur Rahman hadislerin çok büyük bir bölümünün eski Islâm bilginlerince uyduruldugunu bu yüzden alti muteber mecmuanin disinda birakildigina inanmaktadir. Nitekim, Buhârî ve Müslim’in eserlerine sadece sahih olduklarina hükmettikleri hadisleri aldiklarini ve bunlarin o sirada mütedâvil olan hadislerden yüz binlercesi arasindan sadece birkaç binini seçtiklerini ileri sürmektedir.

IV. FAZLUR RAHMAN’IN METODOLOJISININ DEGERI
Fazlur Rahman’in buraya kadar zikrettigimiz fikirlerinden, onun Kur’an- tefsir, fikih ve hadis ilimlerinde yeni bir metodoloji ortaya koymaya çalistigi açikça görülmektedir. Fazlur Rahman’in bu arayislarinin temel dinamigi hiç süphesiz Müslümanlari modern dünyada hak ettikleri seviyeye çikarma düsüncesidir. O, on dört asirlik Islamî literatürüne ve Müslüman müelliflerin çoguna güvenmedigini gizleme geregi de duymamakta, bu düsüncesini her firsatta dile getirmektedir. Iste bunun içindir ki, o bir çok agir elestiriyi göze alarak yeni metot arayislari içine girmistir. Onun tefsir, fikih ve hadis ilimleri hakkinda ortaya koymak istedigi metodolojiyi ve bu baglamda tartistigi kavramlari buraya kadar herhangi bir yoruma tabi tutmadan aktarmis olduk. Ancak bu kisimda, bu fikirlerinin tamamini olmasa da, konumuz açisindan önemli olan hususlari degerlendirmek durumunda oldugumuzu ifade etmeliyiz.
Fazlur Rahman’in tefsirle ilgili olarak öne sürdügü tarihsellik ve bütünsellik kurallari ilk bakista uygulanabilir ve hatta çok faydali bir metod gibi görülse de, -zira Kur’an ayetleri, yirmi üç senelik asr-i saadet sürecinde yasanan olaylara çözüm üretmek ve benzer olaylara isik tutmak için indirilmistir. Ayetlerin nüzul sebepleri bulunmaktadir- bu kurallarin uygulanabilirligi tartisma konusudur. Kaldi ki, Fazlur Rahman’in bu baglamda ortaya koydugu çok net bir usülden söz etmek mümkün görünmemektedir.
Öte yandan onun Kur’an yorumu için öngördügü, tarihsellik metodu izafî bir yöntem içermektedir. Neyin tarihsel, neyin evrensel oldugunda ihtilaflar ortaya çikmaktadir. Üstelik herkesin ittifak edecegi bir tarihten söz etmek asla mümkün de degildir. Tarihi bir metni okuyan kisi, o metne duymak istediklerini, duyabileceklerini, söyletebilir. Bir metni okumak demek onu konusturmak demektir. Bu konusturma metne sorulan sorular dogrultusunda olur. Ne kadar objektif olunmaya çalisilsa da tarihi metni degerlendirmeye tabi tutanin etkisi muhakkak olacaktir.
Kendisinin hadisler konusunda ileri sürdügü, “Bir muhaddise göre fikhî olan bir hadisin, diger birine göre ahlâkî olmasi” iddianin, Kur’an ayetleri için de geçerli olabilecegi unutulmamalidir. Ahlâkî oldugu ileri sürülen bir ayetden fikhî hükümler çikarmak pekala mümkün olabilir. Diger yandan birinin ahlakî saydigi bir ayeti bir digeri fikhî bir hüküm tasiyan ayet olarak pekala görebilir. Dolayisiyla bu ilkeler görecelidir ve uygulanabilir olmasi her zaman tartismaya açiktir.
Kur’an ayetlerinin nüzül sebepleri her yönüyle aynen tekerrür edemeyecegi için olaylara Kur’anî açidan hüküm verirken bütünsel yaklasim sergilemek, yani o konu etrafinda Kur’an’in bütününden hangi hükümler ve ögretiler mevcut ise, tamamini gözönünde bulundurarak bir sonuç çikarmak, parçaci yaklasimdan elbette daha tutarlidir. Hatta ayni yöntemin hadisler için de geçerli oldugunu söyleyebiliriz. Bununla birlikte Kur’an’in ahlakî ve evrensel ögretilerini bir anlamda tespit etmek mümkün de olabilir. Ancak burada da hükümlerin fikhî mi, ahlâkî mi oldugunu tespit asamasinda problem ortaya çikmaktadir.
Onun fikihla ilgili, hükümlerin degistirildigine dair öne sürdügü örnek olaylar incelendiginde, buradaki hükümlerin degismesinin tamamen zaruretlerden kaynaklandigi görülecektir. Kur’an ve Sünnet’in genel prensipler dogrultusunda hükümlerin istisnasini teskil eden “zaruret- izdirar -ihtiyaç” hali durumunda izlenecek yol, Islâm hukukunda belirlenmistir. Nitekim Kur’ân’i Kerîm’de zaruret halinde hükümlerin istisnasiyla ilgili bir çok örnek bulmak mümkündür. Sözkonusu sartlar tahakkuk ettiginde yani ikincil olayda “illet” ve “mekâsid” birincil olayla örtüstügünde, benzer uygulamalar her zaman için mümkün olabilir. Yeter ki, bunu gerçeklestirebilecek ehliyetli alimler bulunsun. Kaldi ki, bu gibi kisilerin yetistirilmesi de bugün Müslüman toplumlar üzerine bir vazifedir.
Fazlur Rahman’in, hadislerin çoguna güvenilemeyecegi ve onlarin büyük bir kisminin sonradan ortaya çikarildigi fikrine gelince bu görüse katilmak mümkün degildir. Bugün için sahabe döneminde yazilmis onlarca hadis vesikalarinin varligi ispatlanmis durumdadir. Fazlur Rahman muhaddislerin ve fakihlerin ahlâki hadis uydurmaya fetva verdiklerinden bahsetmektedir. Onun ahlâkî hadislerin uydurulmasinin caiz kabul edildigine dair herhangi bir delil bulmasi mümkün degildir. Ancak zayif hadislerle amel konusunda, akaid ve imanla alakali olmadikça cevaz verenler bulunmaktadir ki, zayif hadisle, uydurma hadisin farkini Fazlur Rahman’in çok daha iyi bilmektedir.
Diger yandan yüz binlerce hadis içerisinden Buhâri ve Müslim’in eserlerinde çok az sayida hadise yer vermis olmalarini bazi müstesrikler gibi Fazlur Rahman da farkli anlamis görünmektedir. Nitekim temel hadis kaynaklari arasindan Buhârî’yi kismen daha sahîh kabul eden Hollandali sarkiyatçi Reinhart Pieter Anne Dozy (ö. 1883), Buhârî’nin dinledigi 600 bin hadisten ancak 7.275 adetini güvenilir buldugunu bizzat kendisinin söyledigini ileri sürmektedir.
Dozy’den yaklasik bir asir sonra vefat etmis olan Alfred Guillaume (ö. 1965), ise sahîh kabul edilen ve hukukçular için temel kaynak olan ilk hadis koleksiyonunun Buhârî’nin Sahîh’i oldugunu, Buhârî biyografilerinde, onun 600 bin hadis içinden seçtigi malzeme ile kitabini yazdigini, tekrarlari çikarilirsa eserde üç bin hadis kalacagini belirterek, Buhârî’nin ancak iki yüzde bir oraninda hadisi kitabina aldigini ifade etmektedir. Guillaume, bu artisi müslümanlarin III. (IX.) asirda olusan hukuk, âdet, ve inançlari, Hz. Peygamber, sahâbe ve tâbiûnun uygulamalarindan kaynaklandigini ispat etme arzularina baglamaya çalismakta, bu arzunun onlari çok sayida hadis uydurmaya, bunlari da Hz. Peygamber veya sahâbeye isnat etmeye sevk ettigini ileri sürmektedir.
Görüldügü gibi hadislerin sayisi konusunda Fazlur Rahman bir çok batili müstesrik ile ayni görüsü paylasmaktadir. Dolayisiyla Fazlur Rahman ve müstesriklerin yaptigi yorumlardan, Kütüb-i Sitte’ye alinamayan hadislerin tamaminin uydurma oldugu gibi bir anlam ortaya çikmaktadir. Halbuki sahih hadislerin sadece kendi eserlerinde bulunan hadislerden ibaret olmadigini bizzat bu müelliflerin ifade ettikleri belirtilmektedir. Oysa hadislerin sayisinin bu kadar kabarik görünmesinin bir takim sebepleri bulunmaktadir. Hadis sayim metotlari, farkli tarikler, tabakalarin artmasi, mana ile rivayet, ihtisar, cem, takti, ravilerden kaynaklanan farkliliklar ve mükerrer rivayetler gibi tamamen rivayet teknigi ile baglantili sebepler yüzünden hadislerin sayisi kabarik görünmektedir.
Fazlur Rahman, hadisçilerin pek çoguna göre lafzî mütevatir hadise örnek olarak gösterilen “Benim hakkimda kasitli olarak yalan söyleyen cehennemdeki yerine hazirlansin” hadisinin sonradan uyduruldugunu Ebû Yusuf’un bile bu hadisi bilmedigini söylemektedir. Ona göre, muhaddisler islerine yarayacak miktarda hadis uydurduktan sonra, bu isi frenleyebilmek için Peygamber’e yalan söz isnat etmenin haram olduguna dair baska bir hadis uydurmuslardir. Islâmî ilimler sahasinda arastirmalariyla ünlü Ignaz Goldziher de (ö. 1921) ayni sekilde “Men kezebe aleyye” hadisinin uydurma oldugunu iddia etmektedir. Ona göre sözkonusu hadis uydurmaciligin önüne geçebilmek için imâl edilmis bir rivayettir. Oysa bu hadis onlarca kaynakta yüzlerce tarikiyle yer almaktadir. Üstelik Ebû Yusuf da bu hadisi Kitâbu’l-Âsâr’inda, babasi < Ebû Hanîfe < Ebû Ravk < Ebû Saîd el-Hudrî senediyle zikretmektedir.
Öte yandan Fazlur Rahman, sürekli Safii’yi suçlamakta ve hadis hareketinin onunla basladigini iddia ederek Safiî’yi “Hadis Sampiyonu” ilan etmektedir. Onun bu görüslerin aksine hadis hareketinin Safii ile baslamadigi bilinmektedir. Kaldi ki, bazi âlimler onu ehl-i hadis arasinda bile saymamislardir. Ayrica sadece Safiî degil, bütün mezhep imamlarinin sahih hadisi kendi mezhepleri kabul ettikleri bilinmektedir. Imamlarin delil aramadaki yöntemleri incelendiginde bu durum daha net olarak görülmektedir. Ayrica Safîî hadisleri degerlendirirken onlari Kur’an’a arzedecegini su sözleriyle ifade etmektedir:
“Hadis, Kur’an’a muhalif olursa Rasûlullah’a ait degildir. Isterse o hadisi pek çok râvi rivayet etmis olsun.” Devaminda da Fazlur Rahman’in Ebû Yusuf’tan naklettigi söze benzer sekilde söyle tenbihte bulunuyor: “Sana çogunlugun bildigi hadisi tavsiye ederim, saz olandan sakin. Çünkü bize, Ibn Ebî Kerîme, Ebû Ca’fer’den, o da Rasûlullah’tan sunu rivayet etti: Rasûlullah, Yahûdileri çagirdi onlara sordu ve nihayet onlar Hz. Isâ’yi inkar ettiler. Bunun üzerine minbere çikti ve söyle buyurdu: “Benden sonra sözlerim yayilacak, size Kur’an’a uygun olarak gelen sözlerim bendendir. Kur’an’a muhalif olarak gelen benden degildir.” Safiî bunlari naklettikten sonra su rivayeti de verir: Rasûlullah hasta yatiyordu. Söyle buyurdu: “Ben Kur’an’in haram kildigini haram kildim. Allah’a yemin ederim ki, benim adima herhangi bir seye yapismasinlar.”
Fazlur Rahman’in, “Isnadin olumlu nihaî delil kabul edilmesine karsi yöneltilen en ciddi itiraz sudur: Bizzat isnadin kendisi, birinci asrin sonlarina dogru ortaya çikmis oldukça geç bir gelismedir” sözü, Robson, Ceatani ve Schacht gibi müstesriklerin görüsünü yansitmaktadir ki, bu sahislar Ibn Sîrin’e ( ö. 110/728) atfedilen “Fitne çiktiktan sonra isnad sorulmaya baslandi” sözüne atfen bu görüsü benimsemisler ve bu sözden de Emevî halifesi el-Velid b. Yezîd’in öldürülmesi (ö.126/744) hadisesini anlamislardir. Halbuki Islam tarihinde “el-Fitne” sözüyle, Hz. Osman’in sehid edilmesiyle baslayan olaylar zinciri kastedilmektedir. ilk fitne, Hz. Osman zamaninda ortaya çikmistir. Kronolojik bakimdan da Ibn Sîrîn’in kendinden sonra olacak bir fitneden bahsetmesi uygun olamaz.

SONUÇ
Islamî ilimlerde metodoloji arayisi içersinde oldugu anlasilan Fazlur Rahman’in bu arayis ve çabalarini takdir etmekle birlikte, ortaya koymaya çalistigi tutarli bir sistemden bahsetmek oldukça zordur. Özellikle hadislerle ilgili tenkitlerinde batili sarkiyatçilardan etkilendigi açiktir. Bu durum Fazlur Rahman açisindan bir ikileme de yol açmis görünmektedir. O bir taraftan hadislerin vazgeçilmez oldugundan ve pek çok sahih hadisin de bulundugundan söz ederken, diger taraftan hadisçilere göre “lafzî mütevatir” hadise örnek olarak gösterilen “men kezebe aleyye” hadisinin dahi uydurma oldugunu iddia etmektedir. Ne yazik ki, Fazlur Rahman etkilendigi bir çok batili müstesrikin görüsünü aktarmakla yer yer çeliskiye düsmektedir.
Bütün bunlarla birlikte Müslümanlarin önünü aydinlatacak ve gelecekleri için yeni projeler üretecek düsünce ve fikir adamlarina son derece ihtiyaç bulunmaktadir. Yeni ilim ve fikir adamlarini yetistirebilmenin belki de ilk yolu, ne kadar aykiri olursa olsun düsünen insanlara fikirlerini açiklayabilme hürriyeti vermektir. Dolayisiyla Fazlur Rahman’in da müspet niyetle hareket ettigini varsaymak ve seçmeci bir yaklasimla fikirlerinden istifade etmek gerektigi kanaatini tasimaktayiz. Müstesriklerin fikirleriyle ayni istikamette olan pek çok görüsüne ragmen süphesiz o, Müslümanlarin içinde bulunduklari durumdan ancak fikir planinda radikal devrimler yapmak suretiyle kurtulabileceginin farkindadir.

Fazlur Rahman, Müslümanlar’in içine düstükleri sikintilardan kurtulabilmeleri için Kur’an ve Sünneti iyi anlamalari ve günün sart ve gereklerine göre onlari her an yeniden yorumlayabilmelerini zorunlu görmektedir. Bu yüzden o, Islamî ilimler için, öncelikle de tefsir, fikih ve hadis ilimleri alaninda yeni bir metodoloji arayisina girmis ve bu alanlarda bir takim ilkeler ortaya koymaya gayret etmistir. Bu çalismada Fazlur Rahman’in tefsir, fikih ve hadis ilimleri için ortaya koymaya çalistigi metodoloji yine kendi eserlerinden hareketle ele alinmaya çalisilacak ve kisa bir degerlendirmesi yapilacaktir.

Fadl al-Rahman required to the Muslims to put a good interpretation on Quran and the Sunnah for rescuing from their troubles and reinterpret them related with the day’s conditions and problems. Therefore he tried to reform a new method for Islamic sciences especially in the area of interpretation, Islamic positive law (Jurisprudence or fiqh) and the study of the Prophet Muhammad’s sayings (hadith), and put forward some essential principles. In that study, Fadl al-Rahman’s methodology which were improved for interpretation, Jurisprudence or fiqh and the study of hadith), is discussed according to his works, and finally it is taken part of a short critical review.
Yayınlandığı Kaynak :
Yayınlandığı Dergi :
Sanal Dergi :
Makale Linki : http://www.mustafakaratas.com/makale_oku.do?id=7
Otel Tekstili antalya escort sakarya escort mersin escort gaziantep escort diyarbakir escort manisa escort bursa escort kayseri escort tekirdağ escort ankara escort adana escort ad?yaman escort afyon escort> ağrı escort ayd?n escort balıkesir escort çanakkale escort çorum escort denizli escort elaz?? escort erzurum escort eskişehir escort hatay escort istanbul escort izmir escort kocaeli escort konya escort kütahya escort malatya escort mardin escort muğla escort ordu escort samsun escort sivas escort tokat escort trabzon escort urfa escort van escort zonguldak escort batman escort şırnak escort osmaniye escort giresun escort ?sparta escort aksaray escort yozgat escort edirne escort düzce escort kastamonu escort uşak escort niğde escort rize escort amasya escort bolu escort alanya escort buca escort bornova escort izmit escort gebze escort fethiye escort bodrum escort manavgat escort alsancak escort kızılay escort eryaman escort sincan escort çorlu escort adana escort