Yazar Adı : | İlim Dalı : Tefsir |
Konusu : | Dili : Türkçe |
Özelliği : | Makale Türü : Müstakil |
Ekleyen : Nurgül Çepni/2009-07-08 | Güncelleyen : /0000-00-00 |
Tefsirde Anti Sünnet Hareketler
Sünnet karşıtı hareket tabiri ile genel olarak sünnetin dinî delil oluşunu (hücciyetini) kısmen veya tamamen reddetmeyi kastediyoruz. Yoksa sıhhati ile ilgili birtakım şüpheler getirme veya bazı kayıtlar ortaya koyma doğrudan sünnet karşıtı anlamına gelmemelidir.
Biz bu araştırmamızda öncelikli olarak yukarıda belirttiğimiz çerçeve içinde kalan fikirlerle ilgileneceğiz. Ancak sünnetin sıhhati konusunda şüphe içinde olma diye tanımladığımız diğer çerçeve içerisine girebilecek bazı aşırı hareketlerin hadisin sıhhati için ortaya koydukları kayıtlar ileride yeri geldikçe örnekleriyle göreceğimiz gibi netice itibarıyla sahih sünneti nefyetme noktasına kadar vardığından bu gibi örnekleri de araştırmamızda zikretmeyi düşünüyoruz.
İmam Şafii sünnetin hücciyetini kabul etmeyenleri üç gruba ayırmaktadır: Birinciler sünnetin hüccet olmasını büsbütün inkâr ederler. İkinciler sünneti Kur’ân’la beraber olunca (Kur’ân’a ters düşmedikçe) hüccet tutar, başlı başına hüccet almazlar. Üçüncüler ise, sünneti kabul eder, ancak haber-i vahidin delil olmasını reddederler. Yalnız mütevâtir, müstafiz ve meşhur olan hadisleri alırlar. Daha kısa tabirle ancak ahbâr-ı âmmeyi kabul ederler.1
1. Sünnetin tanımı
Öncelikli olarak üzerinde durulması gereken husus sünnet ve sünnetin kaynak oluşu, tabirlerinden neyin kastedildiğini tayin etme olmalıdır. Zira bazı ekollerin bu tabirlerle murad ettikleri mânâları arasında farklılık bulunabilmektedir.
Sünnetin lügat mânâlarından birisi “yol” demektir. Bir hadis-i şerifte Resûlullah Aleyhisselatüvesselam'ın bu mânâyı ifade ederek: “Kim İslâm’da güzel bir yol edinirse, onun sevabı ve daha sonra o yolda gidenlerin sevabı yapanlardan eksiltilmeyerek ona da verilir.”2 buyurmaktadırlar. Öncekilerin açtığı sonradan gelenlerin takip ettiği yola da sünnet denmektedir.3 Lugat mânâsı ile uyumlu olarak Resûlullah (sallallahü aleyhi vessellem)’in günlük yaşayışında takip ettiği yola genel anlamı itibarıyla sünnet denmiştir.
Terim mânâsı ise usulcülere göre Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi vessellem)'den nakledilen söz, fiil ve takrirdir. Sünnet tabirinin hadisçiler nezdinde kazanmış olduğu ıstılah mânâsı da Hz. Muhammed (sallallahü aleyhi vessellem)’e peygamberlik gelmeden önce, O’nun dinî veya gayridinî söz, fiil ve takrirlerinin hepsini içine alır.4 Bu anlayışa göre Resûlullah’ın yaratılış ahlâkı ve gidişata dair her türlü sıfatı sünnettir.5 Bu anlayışa göre sünnetle hadis birbiri yerine kullanılan müteradif iki terimdir.
Fıkıhçılara göre sünnet ise daha farklı açıdan ele alınmıştır; onlar sünneti bid’atın karşılığında ele alır ve ona şer’î bir hükme delil olup olmama yönüyle bakarlar.
Sahabe ve Hulefa-i Raşidîn’den nakledilen uygulamalara da sünnet denildiği rivayet edilmektedir.6 Örneğin: Caferîlere ve Musta’liye İsmailîlere göre sünnet, masum olarak niteledikleri Hz. Peygamber ve imamların sözü, fiili ve takrirleridir.7
Günümüz modernistlerinden Fazlurrahman, sünneti tanımlarken ona daha değişik bir boyutla yaklaşmıştır. “Sünnet, kelime olarak “çiğnenmiş yol” anlamına gelir ve İslâm öncesi Arapları tarafından bir kabilenin atalarınca tesis edilen örnek davranışı ifade etmek üzere kullanılmıştır. Dolayısıyla bu bağlamda bu kavramı meydana getiren iki ana unsur bulunmaktadır: a) Tarihî bir olgu olduğu iddia edilen davranış; b) Gelecek nesiller için bunun kural haline gelmesi. Kur’ân’da sünnet kelimesi İslâm dinine karşı çıkanlara, eleştiri kabilinden, yeni öğretiye karşılık atalarının örnek davranışlarını izleyenler şeklinde atıfta bulunurken kullanıldığı anlamda kullanılmıştır.8 Kur’ân aynı zamanda Allah’ın sünnetinden, yani Allah’ın toplumlarrın model ve kaderine ilişkin değişmez davranışından söz etmektedir. Burada da yine aynı iki unsur, başka bir deyişle (bir tek varlığın) gelecekte de işlevini mutlaka yerine getirecek olan geçmiş davranışı, bulunmaktadır.9
Goldziher ise; “İslâm’ın gelişiyle sünnet kavramının içeriği, Müslümanlar için, Hz. Peygamber’in örnek davranışı, yani onu yazılı hale getirilmiş olan fiil ve sözlerinden kaynaklanan amelî kurallar şeklinde bir değişikliğe uğramıştır.” der.10
Fazlurrahman ve Goldziher’in sünnet hakkında getirmiş oldukları bu izahat, esasında modernistlerin sünnete yaklaşımını ortaya koymaktadır. Bu da önce sünnetin tarihî bir olgu olması, sonra da gelecek nesiller tarafından bu olgunun hukukî boyut teşkil etmesi hususudur.
2. Tarihte Sünnet Karşıtı Hareketler
Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi vessellem)’in emirlerine ittiba ve bu ittibanın vücûbiyeti hususunda sahabenin herhangi bir tereddüdünün olmadığı kat’î delillerle sabittir. Hatta Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi vessellem) normal hayatında alışagelmiş hâl ve hareketlerine karşı bile sahabenin sergiledikleri titizlik örnekleri hadis kitaplarında çokça vardır.
Bu bağlamda, Ebu Said el-Hudri’den nakledilen bir rivayette Resûlullah (sallallahü aleyhi vessellem) namaz esnasında ayağındaki çarığı çıkarıp sol tarafına koyar. Ardında namaz kılmakta olan bütün insanlar aynı şeyi yaparlar. Namaz eda edilir. Resûlullah sahabeye çarıklarını neden çıkardıklarını sorar. “Senin çıkardığını gördük” demeleri üzerine Cibril’in (a.s) kendisine gelip çarığı üzerinde necaset olduğunu haber verdiğini söyler.
Yine İbn Abdilber kanalıyla rivayet edilen aşağıdaki kıssa sahabenin Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi vessellem) emir ve işaretlerine karşı hassasiyetini gözler önüne koymaktadır. Keza Abdullah b. Revaha (r.a) cuma namazı için mescide giderken Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi vessellem) hutbede “oturunuz” sesini işitir. Hemen bulunduğu yere çöker. Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi vessellem) kendisine yol ortasında oturmasının hikmetini sorup aldığı cevap karşısında “Allah taatini artırsın” buyurur.11
İşte sünnet, bu hassas ruhlar (sahabe) meşcereliğinde, şok seviyesindeki hâdiselerle beslene beslene ve hayatla yoğrula yoğrula hadis muhakkiklerinin kitaplarına aktı aktı ve gelip bizlere kadar ulaştı.
Sahabenin ve onların rahle-i tedrisinde yetişen tabiînin ve etbâ-ı tabiînin hadisleri rivayette gösterdikleri hassasiyet ve titizlik neredeyse cinnet derecesindedir. Zira sünnete dil uzatanları ve ileride dil uzatmaya yeltenecekleri susturacak ve bu hususta meydana getirilmek istenen şüphe ve tereddütleri izale edecek en mühim ve en güçlü delillerden birisi de hiç şüphesiz sözünü ettiğimiz tabakaların sünneti rivayette gösterdikleri hassasiyetin isbatı olacaktır.12
Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi vessellem) vefatından sonra baslangıçta Yahudi desiseleri ile başgösteren, daha sonra Hâricîlerle gün yüzüne çıkan sahabeyi tekzip ve bir kısmını da tekfir hareketleri ile Resûlullah’tan (sallallahü aleyhi vessellem) bizzat duyup nakleden birinci kaynak sahabenin rivayeti ilk defa yara almış, netice itibarıyla naklettikleri hadislerin hücciyeti sorgulanmaya başlamıştır. Bu arada bazı fikir ve inançları teyit eden hadisler vaz’ edilmiş veya sahih rivayetler batıl tevillerle taşıdıkları mânâların dışına hamledilmiştir.
Yukarıda özetle vermeye çalıştığımız durum kanaatimizce Kur’ân’ı anlama yolunda sünnetin dışlanmasına mebde’ teşkil etmektedir. Şimdi sırasıyla bu mezhep ve hareketleri ve günümüze kadar ulaşan tarihî seyrini incelemeye çalışalım:
a) Hâricîler ve Sünnet
İslâm tarihinde ortaya çıkan en eski mezheplerden olan Havâriç, bilindiği gibi Sıffin muharebesi (safer 37-657) esnasında tahkim hâdisesine karışan sahabeyi Allah'ın hükmü ile hükmetmedikleri iddiasıyla tekfir etmiş olup, akidelerince “Hâricî olmayan bütün Müslümanlar mürteddir.”13
Bu olaydan sonra artık “Hüküm ancak Allah’ındır.”14 ayeti, Hâricîlerin slogan haline getirip uğrunda ekol oluşturdukları bir söz haline gelmiştir.
Hâricîler genelde çöl Araplarıdır. İslâm öncesinde fakir bir halde yaşamışlardır. Çölde yaşamaya devam ettiklerinden İslâm’a girince de ekonomik durumları iyileşmez. Bunların fikirleri basit, tasavvurları dardı. Bu yüzden dinde mutaassıp, muhakeme-yi diniyede noksan idiler. Çabuk öfkeleniyorlar, kolaylıkla infiale kapılıyorlardı. Yaşadıkları çöl misali, sert tabiatlı, katı kalpli idiler.15
İbn Teymiye de Havâriç hakkında “Mezheplerinin aslı Kur’ân’ı ta’zim ve ona ittiba etmek olmakla beraber Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatten kopmuşlardır. Zira recm ve hırsızlıktaki nisap vb. gibi Kur’ân’a aykırı gördükleri sünneti reddederler.”16 der.
İbn Hazim ez-Zahirî de “Hâricîlerden bazı taifeler öyle ileri gitmişlerdi ki farz olan namazın Kur’ân’da zikri geçen gündüz öğle vakti bir rekat, akşam vakti de bir rekattir demişlerdir.” der.17
Ve son olarak A. Hamdi Akseki de Havâricin sünnete karşı tutumları hakkında; “vaktiyle Havâriç’ten ve Hz. Ali’ye karşı gelen fırka, “Allah’ın kitabı bize yeter” diyerek Peygamber’in sünnetini tanımamak istemişlerdir.” der.18
Görüldüğü gibi Havâricin genelinde sünnetin hücciyetini red mevzuunda kaynaklarda net bir hüküm görülmemektedir. Sadece gulât diyebileceğimiz Havâricin bir kısmı İbn Hazm’in de belirttiği üzere vakitlerinin sünnet ile tayin edildiği ve ümmetin üzerinde icma ettiği beş vakit namazı Kur’ân’da sadece iki vakte işaret edildiği iddiasıyla reddederek sünnetin sahih dahi olsa hücciyetini nefyetmiştir. Bu hüküm bütün Havârice teşmil kılınmasa da görebildiğimiz kadarıyla tarihte ilk defa sünnetin hücciyetinin tartışılması ve kendinden sonrakileri etkileme adına önem arz etmektedir.
Bir diğer husus da Havâriç tahkim hâdisesine karışan sahabi kanalıyla gelmiş rivayetleri, itikatları gereği dinden çıktıkları için reddetmektedir. Bu da Kur’ân tefsirinde büyük bir yekûn tutan, bir yerde belli hükümlerin mihenk taşı vazifesi gördüğü rivayetlerin dışlanması anlamına gelir. Bu yönüyle de hadisin hücciyetini nefy ile doğrudan irtibatlıdır.
b) Şîa ve Sünnet
Şîa veya teşeyyu’ dediğimiz hareket Hz. Peygamber’in vefatından sonra Ali b. Ebi Talib ve Ehl-i Beytini halifelik için en layık kimseler olarak gören ve onları meşru halifeler kabul eden; Hz. Ali’den sonraki halifelerin de mutlaka onun soyundan gelmesi gerektiğine inanan toplulukları ifade eder.19 Bilindiği gibi Abdullah b. Sebe’nin İslâm’ı nifaken izhar etmesi, beraberinde Hz. Ali’ye aşırı muhabbet korkusuyla, bir yerde Allah’ın ona hulûl ettiği iddiası ile şüyû’ bulmuş o günkü şartlarda İslâm hesabına en tehlikeli ekol durumuna gelmiştir.
Şîa’nın hadis anlayışına gelince, bu anlayışı şekillendiren belli başlı âmil sahabenin Hz. Ali ile olan münasebetidir. Bu ekole göre Ebu Bekir Sıddîk (r.a)’in hilafetine biat etmiş olan sahabilerin adaleti şüphelidir. Bazı gulât-ı Şîaya göre de dinden çıkmışlardır. Dolayısıyla rivayetleri sahih olmaz. Bunun neticesi olarak yukarıda zikri geçen sahabe kanalıyla gelen ve teşri’de esas kabul gören binlerce hadis bunların nezdinde uydurma, yalan, hatta iftiradır.
“Ve yine Şiî anlayışına göre Hz. Peygamber’in sağlığında saf ve temiz olan birçok sahabi, onun ölümünden sonra bu hallerini muhafaza edememişlerdir.”20
Hayreddin Karaman konu ile ilgili olarak bir tebliğinde özetle şöyle demektedir: “Caferîlere ve müsta’liye İsmailîlerine göre Sünnet, Masumun sözü, fiili ve takriridir. Masum olma sıfatı Hz. Peygamber’e ve imamlara mahsustur. Mütevâtir hadisler hem inanç, hem de amel için kaynaktır, delildir. Mütevâtir olmayan haber-i vahid ve meşhurlar ile ravileri arasında İmamiye mezhebine mensup olmayan kimselerin bulunduğu hadislerin muteber delil olup olmadıkları tartışılmıştır. Şerif Murtaza’nın başlarında bulunduğu bir gruba göre bu haberler dinde delil değildirler. Eskilerden Şeyh Tûsî’nin ve tâbilerinin savundugu bugün ise Şiî çevrede hakim olan görüşü, mütevâtir olmayan hadisler, güven artırıcı bazı şartlar taşıdığında muteber olması yönündedir. Zeydîler ile Sünnîler arasında haber-i vahid konusunda önemli bir fark yoktur.21”
Yukarıdaki izahattan da anlaşılacağı gibi bu fırka daha önce bahsini ettiğimiz Havâriç gibi olarak sahabenin adaletini teşkik noktasından hareketle özellikle âhâd haberleri red ve inkâr etmekte ve hücciyetini muteber görmemektedirler.
c) Mu’tezile ve Sünnet
Mu’tezile adı tarihte Hasan el-Basri’nin çevresinde meydana gelen bir itizalden kaynaklanmış, önceleri nazarî kelam ilmi mektebi gibi görünmüş, sonraları Şiî ve Hâricî hareketleri gibi siyasî teşekkül haline dönüşmüş bir mekteptir.22
Mu’tezile’nin sünnete karşı konumu iki grupta ele alınabilir. Birinci ve gulât diyebileceğimiz kesim ki bunlara göre mütevâtir hadislerde bile yalan olabilir. Hüccet değildir.
El-Bağdâdî, Nazzâm’a isnad ettiği bir kavilde “en-Nazzamiye ümmetin hata üzerine ittifak edebileceğini ve mütevâtir haberlerin hüccet olmadığını iddia ettiklerini” söyler. “Sahabe hakkında ithamda bulunup, şeriatta kıyası iptal etmişlerdir.” der.23
Görüldüğü gibi Mu’tezilenin özellikle gulât kesiminin mütevâtir haber hakkında görüşleri oldukça açıktır. Bu kesime göre âhâd haberlerin şer’î hükümlerde bir hücciyeti yoktur. Daha ilimli olan ikinci kesim ise özellikle akide ile ilgili âhâd hadisleri inkâr ederler. Bu inkârın, temeli aklı esas almaları ve onu şer’î nasslara takdim etmeleridir. El-Hayyat’ın da içinde bulunduğu bu kesim Mu’tezile içerisinde çoğunluğu teşkil etmektedir. Yine bunlara göre Ehl-i Sünnetçe hüsnükabul görmüş bazı fikhî hükümlere müteallik hadisler inkâr edilmektedir. Bu babtan olarak el-Hayyat âhâd haberlere mebni birçok farz hükümlerini reddetmektedir.24
Günümüzde yapılan bir araştırmada Mu’tezilenin âhâd haberlere karşı görüşlerini aşağıdaki tasnif içerisinde değerlendirmiştir.
Mu’tezile’ye göre âhâd hadisler sıhhatinde şüphe olan haberlerdir ve 5 grupta mütalâa edilir:
1. Sünnetten sayılmazlar, yalan haberlerdir.25
2. Teşri’de hüccet kabul edilmez.26
3. Akla ters düşen âhâd teşri’de hüccet olamaz
4. İtikadî konularda ihticâc edilemez.
5. Bazı şartlarla ancak amellerde ihticâc edilebilir.27
3. Yakın Dönemlerde Sünnet Karşıtı Hareketler
Kitabın yanında başlı başına bir teşri’ kaynağı olarak sünnet, Kur’ân-ı Kerim’in inmeye başladığı andan itibaren fonksiyonunu icraya başlamış ve hep Kur’ân’la içli dışlı olmuştur. Ne var ki dünden bugüne cumhur-u ümmet ve ulema tarafından böyle kabul edilegelmiş olan sünnet, Yunan felsefesinin tesiriyle Nazzam gibi birtakım Mu’tezile imamları ve daha sonra da garazkâr ve İslâm’ı temelinden dinamitlemeye çalışan bir kısım batılı müsteşrikler, bu dupduru kaynağı kendilerince hep bulandırmaya çalışmışlardır. Ne yazık ki, bir iki asırdır batı ve müsteşrikler karşısında aşağılık duygusuna kapılan birtakım Müslüman ilim adamları da meseleye böyle bir kompleks içinde kısmen müsteşriklerin oyununa gelmiş ve hatta sünneti sorgulamaya kalkışmışlardır.28
Günümüzde Sünnete Karşı Hareketleri genel olarak:
a) İslâm’ın ikinci kaynağı ve Kur’ân’ın tefsiri olan sünneti ve onun hücciyetini teşkiki ile İslâm ve Müslümanlarla fikrî gazvede bulunan müsteşrikler veya oryantalizm.
b)“Batılaşma” veya “dinî reform” sloganlarıyla dinin zamanın şartlarına göre yenilenmesini savunan ve büyük bir kısmı Müslüman olan kesim diye iki grupta inceleyeceğiz.
İkinci grubu da kendi içinde:
1. el-Kur’âniyyûn
2. el-Medresetü’l-Islahiyye
3. Modernistler, başlıkları altında ele alacağız.
a) Oryantalizm ve Sünnet
Günümüz modernistlerinin akıl hocalığını bir yerde oryantalistler yapmışlardır. Bir çeşit onlardan etkilenmiş ve ilerideki bölümlerde örneklerini göreceğimiz gibi sünnetin dışlanarak Kur’ân’ın salt akıl ile yorumuna gidilmiştir. Dolayısıyla oryantalistlerin, müşahhas Kur’ân tefsiri çalışmaları bulunması bile fikrî tesirleri açısından konumuzla doğrudan ilgisi vardır. Kaldı ki Nöldeke Thedore, Abraham Hinckelmann, Arberry gibi bazı oryantalistlerin Kur’ân üzerine bazı araştırmaları da olmuştur.29
Bir nevi siyasî teşekkül olarak gördüğümüz oryantalizm kanaatimizce emperyalizm ile birlikte mütalâa edilmelidir. Terim anlamıyla bu kelimeden murad dolaylı da olsa İslâm ve öğretilerini yakından tanımak, neticesinde bulunabilecek bir gedik ile İslâm ve Müslümanları şüpheye sevk etmektir. Prof. Dr. Suat Yıldırım Hoca bu mevzuda “Şarkiyatçılık exotique ve maceraperest şark rüyası ile sömürgeci yayılmanın ihtiyaçları arasında gelişir. Hıristiyan şarkiyatçılığı kesin olarak, misyoner faaliyeti çizgisinde yer alır. Dinî inancı olmayan ve sayıları az olan bazı müsteşrikler ise meraklarını tatmin için İslâm’la ilgilenmiş olabilirler.” der.30
14. asır ortalarından günümüze kadar oryantalistler tarafından İslâmî araştırmalarda kaleme alınmış kitap sayısının altmış binden fazla olması konunun ehemmiyetini herhalde gözler önüne sermektedir.31
Oryantalistlerin Hz. Muhammed (sallallahü aleyhi vessellem)’in nübüvvetine inanmadıkları için sünnetin hücciyetine bakışı doğal olarak inkâr üzeredir. Onlar göre sünnet Arap Cahilî toplumunun gelenek, görenek ve âdetlerinin İslâma taşınması32 ve Müslümanların ilk üç asırdaki yaşantısıdır.33 Hadislerin büyük bir yekûnu daha sonraları oluşmuş Hz. Muhammed’e (sallallahü aleyhi vessellem) nispet edilmiştir.34
Bazılarına göre de vahyin nefsanî ilhamât veya bir çeşit kehanet olduğu iddia edilmiştir. Bu babtan olmak üzere Kur’ân Muhammed (sallallahü aleyhi vessellem)’in bir eseridir.35
b) El-Kur’âniyyûn (Ehl-i Kur’ân) ve Sünnet
Temel ilkeleri Kur’ân tefsirinde sünnetin dışlanması olan el-Kur’âniyyûn ekolünü araştırmamızda diğerlerinden farklı olarak biraz daha detaylı incelemek istiyoruz.36
Kuruluşu hakkında kaynaklar farklı yorumlarda bulunmuşlardır. Abdulhamit Birişik hazırladığı doktora tezinde konunun uzmanı olarak nitelediği Dr. Seyyid Abdullah’a isnaden bu ekol bir grup ve cemaat olarak 1952 yılında Abdullah Cekralevî tarafından bazı prensipler dairesinde oluşturulmasına rağmen üzerine oturttuğu temel görüşler itibarıyla daha çok Seyyid Ahmed Han’dan gücünü almıştır, der.37
Yaptığımız araştırma neticesinde bu ekolün asıl adı Gulâm Nebi el-Maruf b. Abdullah Cekralevî liderliğinde önce “Ehli’z-Zikru ve’l-Kur’ân” diye tanındığı sonraları Muhibbu’l-Hak Azim Abadi ve Seyyid Ahmed Khan’in destekleriyle güçlenip “el-Kur’âniyyûn” hareketi olarak şöhret kazandığı anlaşılmıştır. Tarihî süreç içerisinde fikir olarak aynı çizgide yer almış, bazen ferdî bazen de aynı hareket içerisinde kabul edilmiş sahsiyetler günümüze kadar varlığını sürdürmüştür.
Mevdudî konu ile ilgili yaptığı yorumda hicrî 13. yüzyılda bu fitne Irak’ta tekrardan zuhur etmiş, Hindistan’da kabul görmüş ve gelişmiş, tevhidî ümmeti sarsmış, fitneye sebep vermiştir, der. Ona göre Hindistan’da bu hareketin başında Seyyid Ahmed Khan ve Mevlevî Cirrag Ali gelmektedir. Daha sonra el-Mikdam Mevlevi Abdullah Cekralevî ve ardından Mevlevî Ahmedüddin Emritşeri, Mevlana Eslem Celraceburî ve nihayet Gulam Ahmed Pervez bu hareketin öncülüğünü yapmışlardır.38
Bugün ehl-i Kur’ân’ın geleneğini temsil eden idareler içerisinde Lahor’daki İdare-i Tulu’i-İslâm (Talu e Islam Trust) ve Dâru’l-Kur’ân ve Encümen-i Ümmet-i Müslime başta gelmektedir. Pakistan Devleti tarafından desteklenen ve bir ölçüde modernist düşünceyi temsil eden İdare-i Sekâfet-i İslâmiye (Institute of Islamic Culture) adlı kuruluş yayınladığı çok sayıda kitap ve çıkardığı ilmî dergiyle hadis inkârcılığını, ehl-i Kur’ân düşüncesini desteklemekle suçlanmaktadırlar. Dergilere gelince; Perviz’in görüşlerini geniş kitlelere ulaştırmak için 1938 yılında çıkarmaya başladığı Tulû-i İslâm adlı dergi onun vefatından sonra da hayatına devam etmektedir. Mecelle Belâğu’l-Kur’ân’da ekolün Lahor’daki diğer kolunun etkili bir yayın organıdır.39 Bu ekolün sünnete karşı tutumlarına gelince isminden de anlaşılacağı üzere bu ekol teşri’de Kur’ân dışında başka bir kaynak kabul etmez. Hükmün sadece Allah’a ait olduğu temel prensibi ile sünnetin teşri’de rolü olmayacağına kâildirler. Bu babtan olmak üzere sünnet ile tebyin, tahsis veya nesh olan Kur’ân ayetlerinin yorumlarında tabiî olarak cumhur Ehl-i Sünnet anlayışına ters düşen farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Örneğin bu ekole göre:
1. Kur’ân-ı Kerim’de nasih ve mensuh ayet bulunmaz
2. Kabir hayatı, âlem-i berzah yoktur.40
3. Sünnet ile şekil kazanmış ibadetler bu ekole göre daha değişik yorumlanmış ve sadece
Kur’ân’ın zahir naslarına dayalı ibadet anlayışı hakim olmuştur. Mesela sübûtu Kur’ân’a dayanmayan cenaze ve bayram namazlarını kılma zarureti yoktur.41 Ekol mensubu bazılarına göre farz olan namaz günde sadece iki rekattir.42 Ramazan orucu da senenin herhangi bir ayında olabilir.43
Bu ekolün kurucusu Abdullah Cekralevî’ye göre Kur’ân’da ezan ve muezzinle ilgili bir bilgi ve işaret olmadığı için bunların yapılması küfürdür.44
Yukarıda kısaca örnek sadedinde zikrettiğimiz bu görüşleri çoğaltmamız mümkündür. Netice olarak bu ekolün temel felsefesi Kur’ân’ı sünnetin dışlanarak salt Kur’ân ayetleri ile anlamaya çalışmaktır. Bunun için de ümmetin üzerinde icma edip yapageldiği şeairi veya anlayışları sünnetin olmaksızın Kur’ânî bir temel üzerine oturtmaya çalışılmıştır. Veya kendi tabirleriyle “Sünnet ilavesi” ile şüyû’ bulmuş ibadet veya anlayışlar temelinden inkâr yoluna gidilmiştir.
c) el-Medresetü’l İslâhıyye veya Modern Rasyonalizm Ekolü ve Sünnet
Bu ekol 19. yy. sonlarında İngiliz sömürgeciliğine karşı ayaklanmış görünen Cemaleddin Afgânî (1839-1879) liderliğinde zuhur etmiştir. Ardından talebesi Muhammed Abduh (1849-1905) ile ekol hakiki kimliği olan rasyonalist yapıya kavuşmuştur. Ona göre şer’î nusûs akla hükmedemez. Hocası Afgânî’nin aksine Abduh ıslah ve reformu siyasî sahada değil egitim sahasında görmüş, o yolda çalışmıştır.
Talebesi Muhammed Reşid Rıza ile ekol aşırı rasyonalist çizgiden biraz daha selef çizgisine doğru kaymıştır. Muhammed Abduh’un talebesi Muhammed Mustafa el-Merâgi de bu ekol içerisinde zikredilebilir."45
Muhammed Abduh “İlim tahsili için İslâm’ın birinci esası akıldır. Aynı anda imanın da vesilesidir. İkinci esası ise ilk bakışta tezat görünen şer’î nusûsun zahirine aklın takdim edilmesidir.” der.46
Bu ekole göre âhâd hadisler zannî olduklarından inançta özellikle hüccet olamazlar. Muhammed Reşid Rıza bu mevzuyla ilgili olarak “Akide esasları ve imanî esaslar, âhâd hadislerle tesbit edilemezler.” der.47
Başka bir yerde sahabenin sünneti Kur’ân gibi kalıcı olur endişesiyle yazmadıklarını, kavlî sünnetinde belge değerinde olmayacağını dolayısıyla sıhhatinde şüphe olabileceğini iddia eder. Bu babtan olmak üzere; İsa (a.s)’nın ahirzamanda nüzûlü, Deccal ve Cessâse, Resûlullah’a (sallallahü aleyhi vessellem) büyü yapılsa, mi’raç vb. hadisler, âhâd olduklarından ve akla ters düştüğü iddiasıyla inançta hüccet olmazlar.
Reşid Rıza’nın başında bulunduğu Menâr dergisinin 1906 yılı 9. ve 12. sayılarında sünnetin dinin usûlünden olup olmadığı münakaşası neşredilmiştir. Bu tartışma 4 yıl devam eder. Başrolde “İslâm Sadece Kur’ân’dır” sloganı sahibi tabip doktor Muhammed Tevfik Sıdkî (1298-1338) gelmektedir.48
Tevfik Sıdkî konuyla ilgili olarak; “Sadece Allah’ın kitabı ile yetinmeliyiz. Diğer bir tabirle kitap ve kıyas. Sünnete gelince Kur’ân’a yeni bir şey ilave etmiş ise onu ister alır, ister bırakırız.” der.49
Yine Mısır’da bu ekol içinde zikredebileceğimiz diğer şahsiyet Mahmud Ebu Reyye’dir. Er-Risale dergisi Nisan 1951 sayısından itibaren 3 yıl bu zatın fikirlerini “Fi’l-Hadisi’n-Nebevî” köşesinde yayınlamıştır.50 Dikkatimizi çeken bir husus da müellif, eserinin bu bölümünde Mısır’da sünnet karşıtı olarak zikrettiği Tabip Ebu Sadi Ahmed Zâkir (1892-1955), Doktor İsmail Edhem (1911-1940), Muhammed Ebu Zehd ed-Demenhurî gibi isimlerin aslında sünnetin hücciyetine inandıkları halde sıhhatine şüphe ile bakanlardan olduğudur. Bu isimleri sünnet karşıtı ekolü içersinde zikretmek uygun olmasa gerektir.51
d) Modernizm ve Sünnet
Arapça “el-Asriyyûn” adıyla şöhret kazanmış olan bu ekol aslen batıdan esinlenmiş olup geleneksel dinî öğretinin hakim olan felsefî bilimsel ve akılcı anlayışla yorumlanmasını hedefleyen bir görüştür.52
Bu ekolü herhangi bir şahıs veya gruba mal etmektense mücerred görüş olarak tanımlamayı uygun buluyoruz. Bununla beraber günümüzde bu görüşün savunuculuğunu yapan Müslüman düşünür, yazar veya grupları ve onların hadise karşı tutumlarını bu arada ele alacağız.
Bu görüşe göre semavî dinin nassları, genel olarak kendi şartları ve vakti ile kayıtlıdır. Günümüzde bu görüşün savunucularından el-Fikru’l-İslâmî ve’t-Tetavvur” adlı kitabın sahibi Muhammed Fethi Osman, “el-Müceddidûn” adlı kitabın yazarı Emin el-Hulî, es-Şeyh Abdullah el-Alaylî, Dr. Muhammed Ahmed Halefallah ve Dr. Hasan et-Turabî ve son günlerde eserleri Türkçe’ye de çevrilmiş olan Fazlurrahman da sayılabilir.53
Bu ekolün sünnete karşı tutumu özetle hücciyetini inkâr üzeredir. Özellikle muamelat bölümü ile ilgili sünnet zamanın şartlarına göre değişebilen içtihadî yorumlardır. Bu babtan olmak üzere sünneti teşri’ ve gayr-i teşri’ olmak üzere ikiye ayırmaktadırlar. Ve yine bu ekole göre hatta sahihayndeki hadisler bile şüphelidir.
Dr. Turabî “Fikrî, Usûlî Meseleler” adlı bir konferansında; “Buharî’nin hadis kabulü için koymuş olduğu şartlara sebep yoktur. Bu konuyu tekrar gözden geçirmek gerekir.” der. Örneğin Buharî’nin sika“ dediği neden “sika”, “mecrûh” dediği neden “mecrûh” oluyor” der.54
Bu ekole göre: Kur’ân ve Sünnet için itibar olan sadece dil, akıl ve çağa uygunluktur. Sünnetin kaza ve hüküm koyuculuğu olamaz. Zira sünnet hata edebilirliği Kur’ânca sabit bir beşerden sadır olmuştur. O’nun ma’sumiyeti sadece tebliğ ve vahiyle sınırlıdır.55
Günümüz modernistlerinden Fazlurrahman da; “Sünnet, İslâm öncesi Araplar tarafından bir kabilenin atalarınca tesis edilen örnek davranışı ifade etmek üzere kullanılmıştır.” der. Dolayısıyla bu bağlamda bu kavramı meydana getiren iki ana unsur bulunmaktadır:
a) Tarihî bir olgu olduğu iddia edilen davranış;
b) Gelecek nesiller için bunun kural haline gelmesi..56
Bu anlayış sünnetin tarihî bir olgu olması, sonra da gelecek nesiller tarafından bu olgunun hukukî boyut teşkil etmesi anlamına gelmektedir. Daha açık bir ifadeyle sünnet aslında Hz. Peygamber’in yaşadığı dönemle kayıtlı olup, daha sonraki nesiler tarafından hukukî bir boyut kazanmıştır.
Bu ekol daha önce bahsi geçen oryantalizmden etkilenmiş olan ıslah ekolünün bir uzantısı olarak da görülebilir. Bu ekol kısaca sünneti beşer kelamı gibi, zamanın şartlarında irad edilmiş yorum ve içtihad olarak görmektedir. Hücciyeti yoktur. Hükmü kalıcı olamaz.
Araştırmamızın bundan sonraki bölümünde modernizm ekolü içerisinde gördüğümüz, Uluslararası İslâmî Düşünce Enstitüsü ve bu enstitünün sünnete bakışını inceleyeceğiz.
Arapça orijinal adıyla “el-Mahadu’l-Âlemi li’l-fikri’l-İslâmî” olan, Türkiye’de “Balkan İslâm Araştırmaları” adı altında bir şubesi bulunan bir nevi ekol diyebileceğimiz bu enstitü, özellikle son zamanlarda dünya çapında yayılımı ile dikkatleri çekmektedir. Halihazırda Malezya Uluslararası İslâm Üniversitesi bu enstitünün idaresinde sayılabilir. Üniversite bu enstitünün sloganlaştırdığı “Bilimin İslâmîleştirilmesi” ana teması üzerine eğitim vermektedir. Terim olarak bilimin İslâmîleştirilmesi; ilahiyat veya sosyal, bütün bilim dallarının İslâmî çerçeve ile takdim edilme düşüncesi diye özetlenebilir. Yani İslâm’ın bütün bu bilim dallarına bakışı, aynı zamanda bu bilimlere kaynak oluşu ve bu bilim dallarının günümüz insanına İslâmî perspektifte takdim edilmesi bu fikrin ana temalarındandır.
Yukarıda detaylarına girmeksizin vermeye çalıştığımız bu ana tema bazı İslâmî çevrelerce tenkide maruz kalmıştır. Özellikle İslâmî ilimlerin tekrardan İslâmîleştirilmesi ne anlama gelmektedir? Veya bugüne kadar telif edilmiş ilmî servet İslâmî değil midir? gibi sorular yöneltilmiştir.
Kanaatimize göre bu ekol bazı haklı ve yerinde tenkitlerle beraber, genel hatlarıyla samimi görülmektedir. Bu arada selef ulemasının ortaya koydugu usûlü tamamen reddetmemekle beraber bazı ciddi tenkitlerde bulunmaktadırlar. Genel olarak bu düşünce hakkında İslâm’ın kendi bünyesinde aslen var olan membasının atâletten kurtularak işlerliğe kavuşması, içinde bulunduğu zaman ve şartlarına göre takdim edilmesini hedeflemektedir diyebiliriz.
Bu ekolün hadise yaklaşımı ise biraz çelişkilidir. Zira enstitünün beyin kadrosu denilebilecek, Dr. Abdulhamit Ahmed Ebu Süleyman57, Ebu Kasım Haj Hamid ve Dr. Luay es-Safi58 gibi zevatın eserlerini incelediğimizde konu ile ilgili görüşlerinin farklılık arzettiği dikkatimizi çekmiştir.
Dr. Abdulhamit Ebu Süleyman “En-Nazariyetu’l-İslâmiyyetu lil Alâkati’d -Devliyye” adlı kitabında sünnetin hücciyetini dolaylı olarak nefyetmektedir. Ona göre sünnet, icma ve içtihad ilk asırlardaki sadece İslâmî bir görüş olup özellikle sünnet Peygamber’in yaşadığı asrın sınırlı kültürü içerisinde nebevî tecrübedir.59
Durum Ebu’l -Kasım Haj Hamid’de de farklı değildir. Bir yerde sahih sünnetin hücciyeti mevzuunda bir şüphe olmadığını vurgularken60 başka bir yerde bunun aksini iddia etmektedir. Ona göre Resûlullah (sallallahü aleyhi vessellem)’in asrı 1. Dünya Asrını temsil eder. Günümüz asrı da hicrî 15. yüzyıldan başlar ve 2. Dünya Asrını temsil etmektedir. Resûlullah (sallallahü aleyhi vessellem)’in asrı insan aklî gelişiminin 2. kademesini temsil etmektedir. Bu gelişimin olgunlaşmaşı daha sonraları tahakkuk etmiştir. Dolayısıyla Resûlullah (sallallahü aleyhi vessellem) asrî gelişimini tamamlamadığından Kur’ân’ın derinliklerine kadar inecek bir usûl getirmemiştir. Bu vazife daha sonraları yani gelişimini tamamlamış. 2. Dünya Asrına nasip olmuştur.61 Bu noktadan hareketle Resûlullah (sallallahü aleyhi vessellem) sünneti diyebileceğimiz kavli, fiil ve takrirleri yaşadığı asrın sınırları içerisinde mütalâa edilmeli, daha sonraki zamanları ilzam kılmamalıdır.62
Bu enstitünün Malezya temsilcisi Dr. Luay Safi’ye göre ise: “Sünnet Kur’ân’a tâbidir. Getirmiş olduğu hükümlerde Kur’ân’ın hükümleriyle kayıtlıdır.63 Dolayısıyla teşri’de esas kaynak sadece Kur’ân’a aittir. Sünnetin teşri’ koymada istiklâliyeti düşünülemez.”64 İmam Şafi’nin er-Risale’sinde hadisin teşri’de istiklâliyeti hakkındaki görüşünü eleştirirken de şöyle der: “Dolayısıyla bu hükümleri sadece sünnete mebni kılmak teşri’de onu kaynak kabul etmek ve Resûlullah’ın teşri’ koymada hakkı olduğunu iddia etmek doğru olmaz.”65
Biz bu araştırmamızda öncelikli olarak yukarıda belirttiğimiz çerçeve içinde kalan fikirlerle ilgileneceğiz. Ancak sünnetin sıhhati konusunda şüphe içinde olma diye tanımladığımız diğer çerçeve içerisine girebilecek bazı aşırı hareketlerin hadisin sıhhati için ortaya koydukları kayıtlar ileride yeri geldikçe örnekleriyle göreceğimiz gibi netice itibarıyla sahih sünneti nefyetme noktasına kadar vardığından bu gibi örnekleri de araştırmamızda zikretmeyi düşünüyoruz.