Hit (3726) M-1562

Türkler ve Yazı

Yazar Adı : İlim Dalı : Genel
Konusu : Dili : Türkçe
Özelliği : Makale Türü : Müstakil
Ekleyen : Nurgül Çepni/2009-07-25 Güncelleyen : /0000-00-00

Türkler ve Yazı

Tarihin başlangıcının Yazı ile belirlenmesi, medeniyetlerin anlaşılması hususunda önemli bir yargı sayılır. Bugün insanlık tarihini, günümüze ulaşmış somut belgelerle anlıyoruz. Bu belgeleri yazılı ve yazılı olmayan belgeler biçiminde kabaca ikiye ayırmak sanırız yanlış olmayacaktır. Yazılı belgeler, tarihin kesin biçimlenmesinde bize diğerlerinden daha önemli ipuçları vermektedir. Yazılı olmayan belgelerdeki yorum ihtiyacı, yazılı belgelerde kesin diyebileceğimiz yargılara ulaşmamızı sağlıyor. İnsanlık tarihi ve Yazı Olgusu birbiriyle o denli organik bir bağ içerisindedir ki; Yazıyı bir olgu (fenomen) olarak da, sanat olarak, iletişim unsuru olarak da kabul etmemizi gerektirir. Yazı bu saydıklarımızın her biriyle bütünleşir, onu gerçek anlamıyla yorumlamamız ise oldukça güçtür. Tek başına isimlendirmek, mesela sanattır demek ne kadar yanlışsa, iletişim unsurudur demekte o kadar yanlıştır. Her biriyle ilgili ve her birinden ayrılmaz bir bütündür. Dolayısıyla medeniyetlerle, ırklarla Yazı olgusunu incelerken onun önemli bir ayrıcalığı olduğunu unutmamak gerekir. Tarih boyunca yeryüzünde hayat sürmüş bütün topluluklar; görünen odur ki, bir yazı olgusu ile yaşamışlardır. Ancak bugün elimizdeki belgeler, kiminin daha geniş çerçevede yazı ile ilgili olduğunu ve onu kullandığını gösteriyor. Bugün tarihi araştırmaların daha çok detaylı bir biçimde batı sanatı alanında yoğunlaşması, diğer kıta sanatları konusunda daha az bilgimizin olduğu sonucunu doğuruyor. Orta Asya, Doğu Asya bölgelerindeki Çin, Japon uygarlıkları, Orta Asya Türk Uygarlıkları daha çok araştırmaya muhtaç görünüyor. Çin’in ideografik yazı sistemini biliyoruz. Türklerin kullandıkları yazı sistemi hakkındaki bilgilerimiz ise oldukça sınırlı.

ESKİ TÜRK YAZILARI:

Türklerin tarih sahnesinde kullandıkları yazılar hakkındaki bilgilerimiz onların önce Hun yazısını sonraları da Göktürk, Uygur, Arap ve bugün de Lâtin yazılarını kullandıkları şeklinde özetlenebilir. Türk ırkının hunlarla başlayan tarihinde, hunlara ait bazı araç ve gereç, koşum takımları, süs eşyaları, halı, giysi v.b.malzemelerin Altay Dağları eteklerindeki Pazırık kurganlarından çıkarıldığını bilmekteyiz. Bu eşyalar arasında gümüş bir kadeh içerisinde de 26 harften oluşan hun abecesinin de bulunduğu ve bu yazının İ.Ö. IV. veya III. yüzyıla tarihlendiği, bu yazı sisteminin de İ.S. VI. yüzyılda ilk defa Türk ismiyle anılan Göktürk devletinin abecesi ile ilişkili olduğu sanılmaktadır. Göktürkler (552-744) ilk kez Türk ismiyle devlet kurarak tarih sahnesinde yerlerini aldılar. Orhon Türkçesini kullanan bu devlet ilk kez de günümüze dek ulaşan yazılı bir metin bırakmıştır. Orhon ve Yenisey Yazıtları olarak da ün yapmış bu yazıtlar, taş üzerine kazınmış durumdadır. Bunlar Kültigin (732), Bilge Kağan (735) ve Tonyukuk (724-726) adına dikilmiş olup Göktürklerin kullandıkları resim-yazısının ilk örnekleridirler. Harfler ayrı ayrı ve sağdan sola doğru yazılmışlardır. Devletin siyasi, toplumsal olaylarını güzel bir dil ile anlatması açısından önemlidir ve bu anlatım tarzıyla bu alfabenin miladın ilk yüzyıllarından beri kullanılageldiği inancını kuvvetlendirmektedir. 38 harften oluşan Göktürk Alfabesinin daha sonraları Dede Korkut kitabında da aynı özellikleriyle devam ettiği biliniyor. İslamiyetten önce Türklerin oldukça zengin sözlü edebiyatları mevcuttur Bunun ürünleri olarak birçok destanlar ortaya çıkmış, bu destanlar daha sonraları yazıya geçirilmiştir. Oğuz Kağan Destanı bunların en ünlülerinden biridir. Hatta bu destanın sonraları Uygur harfleriyle de çeşitli şekillerde tekrarlandığını görüyoruz. Göktürklerden sonra Uygurlar da Budha ve Mani dinlerinin ürünlerini Uygur alfabesiyle yazıya geçirmişlerdir. Orhun yazıtlarından başka, güney Sibirya’daki Yenisey Irmağının bulunduğu alanda 50 yi aşkın mezartaşı üzerindeki yazıtlar ise Yenisey Yazıtları olarak şöhret bulmuşlardır. Ancak bu yazı sistemi Orhun Yazıtlarından daha az gelişmiş bir yapıya sahiptirler.

Turfan’da bulunan yazma eserlerin; Uygur, Mani, Brahmi alfabeleriyle ve fırçayla yazılmış oldukları gibi, tahta kalıplarla hazırlanmış basılı örneklerinin de mevcut olduğunu görüyoruz.

Türkler tarih boyunca Göktürk, Soğd, Uygur, Mani, Brahmî, Arap, Sûryânî, Ermenî, Rum, Lâtin ve Slav alfabelerini kullanmışlardır, ancak bunlardan yalnızca Göktürk, Uygur, Arap, ve Lâtin alfabelerini milli alfabeleri olarak kabul etmişlerdir. Türklerin en uzun süreli kullandıkları alfabeleri Arap Alfabesi olmuştur. Karahanlı devleti ile İslâm dinine giren Türkler, tarih ve kültür alanında bu yeni dinin etkisiyle yeni bir döneme geçmişler, siyâsî ve askerî alanda olduğu kadar sanat alanında da önemli aşamaları gerçekleştirmişlerdir.

YAZI VE SOSYAL YAŞAM:

İnsan topluluklarının millet olma özelliğine konuşmasıyla birlikte kültür ve sanat alanları da kendiliğinden belirmiş bulunuyor. Milletlerin sosyo-kültürel durumları da yaşam biçimleri ve inançlarıyla şekilleniyor. Toplumbilimcilerin milletleri yerleşik, göçebe, yarı göçebe v.b. sınıflandırmaları, dolayısıyla da kültür-sanat hareketlerini bu sıınıflandırmalar ışığında değerlendirmeleri bilinen bir gerçektir. Mimarlık, resim, heykel, yazı gibi plastik sanatların daha çok yerleşik topluluklarda var oldukları ve geliştikleri tezi de bu görüş doğrultusunda anlam kazanıyor. Mantık ölçülerinde değerlendirildiğinde böyle olması da gerekiyor.

Ancak yazı gibi insanlık tarihinin ve kültürünün, en eski değerinin mimariden de önce geldiği bilinmektedir. Mağarada barınan insanın, kulübesini yapmadan önce resim çizdiği, bu resimlerin de bu dönemde yazı oldukları bilinen bir gerçektir. Uzun süre Orta Asya’da yaşayan Türklerin de göçebe (konar-göçer) bir topluluk oldukları bilindiğine göre, yazı ve Türkler konusu oldukça ilginç bir inceleme konusu olsa gerektir. Göktürklerin Orhun ve Yenisey yazıtlarını gerçekleştirmeleri dikkat çekici bir olgudur. Yerleşik yaşama geçen Göktürkler, o dönem için hiçte basit olmayan bir yazı sistemi ile taşlar üzerine yazıtlar oluşturup, sonraki kuşaklara, yaptıklarını övünçle anlatarak ve onlara öğütler vererek kitabe oluşturmaları, yazıya düşünülenden daha fazla değer verdiklerini göstermektedir. Sonraları Uygur kitaplarındaki el yazmaları ile oldukça yaygın ve minyatürlerle de bezenmiş bir kültür hayatına şahit oluyoruz. Bu göçebe bir toplum için oldukça ileri bir kültür-sanat hareketi olarak değerlendirilmelidir. Sonraları Arap harflerini alıp Karahanlılar ve Gazneliler ile birlikte Büyük Selçuklu Devletine taşımaları; Selçukluların yazı ile olan ilişkileri bize önemli ipuçları vermektedir. Taş işçiliğinin devasa boyutlara ulaştığı, dolayısıyla mimarinin geliştiği, bu oranda da başta geometrik esaslı olan Kûfî yazıların alabildiğine mimaride kullanıldığı bir döneme şahit oluyoruz. Öyle ki, benzerine Avrupa dahil hemen hiçbir uygarlıkta göremediğimiz dış ve iç mekânlarda yazının oldukça yaygın bir biçimde, mimari ile organik bir bağ kurarak kullanılması, onunla bütünleşmesi ve dekoratif görünümler kazanması; ataları göçebe olan bir topluluktan umulmayacak Kültür-Sanat alanındaki atılımların yorumlanmasında bazı güçlükler getirmektedir. Bu güçlükler sanat ve toplum bilimcilerin varsayımları doğrultusundaki kalıplarla uyuşmamasından kaynaklanmaktadır. Bazı batılı oryantalistlerin kestirip attığı gibi, göçebe toplulukların; yerleşik sanat ve kültür faaliyetlerinde başarılı olamayacakları tezi burada biraz tashihe muhtaç görünmektedir. Sanırız yazı gibi plastik sanatların çok özel bir dalı olmakla birlikte, kültür gerçeğinin de yapı taşı olması açısından ayrı bir yeri bulunan yazının bu klasik tez ışığında incelenmesi biraz güç olmalıdır. Batı uygarlığının yazı temeli, bilindiği gibi Lâtin yazısıdır. Bu yazının da Akdeniz’in doğusunda yaşayan ve ticaretle uğraşan, yani pek de yerleşik bir yapıya sahip olmayan, sürekli seyahatlerle Akdeniz’in ticaretini ellerinde tutan Fenikeliler elinde gelişip yaygınlaştığı bir gerçektir.

Yerleşik olmayan toplumların sanat-kültür alanlarında geri kalmaları tezi yazı için geçersiz olmaktadır. Tüm Akdeniz kültürleriyle ilişki içinde bulunan Fenikelilerin, eski dillere aşinâ oldukları, dolayısıyla ellerindeki Lâtin alfabesini geliştirip tüm Avrupa’ya taşımaları hiçte garip karşılanmamalıdır. Büyük Selçuklulardan sonra devam edip Anadolu Selçuklularına, Beylikler dönemine ve nihayet Osmanlı toplumuna geldiğimizde Yazının o dönem için dünyanın hiçbir toplumunda görülemeyecek kadar sistematik geniş ve yaygın bir kullanım çeşitliliğini görüyoruz. Batıda Roma dönemindeki Lâtin yazısının kullanım alanları ve zenginliği ile doğudaki orijinal Çin ve Japon yazılarının dahi hemen hemen ulaşamayacakları kadar geniş bir yaygınlık alanına ulaşan Osmanlılar olmuştur. Yazı her alanda hayat bulmuştur. Dış mekânlarda, bina ve dînî yapılarda, çeşme, mezar taşı, han, hamam, köprü, yol, dikilitaş v.b. ile iç mekânlarda; kubbelerde, kemerlerde, kuşaklarda, duvarlarda, kirişlerde her yerde yazıya rastlıyoruz. Bu konuda şövenist duygularla abartılara kaçtığımız düşünülmemelidir. Bunlar sanat dünyasının gerçekleridir. Diğer ülkelerde de yazı şüphesiz çok kullanılmış ve yukarıda sözünü ettiğimiz alanlarda, onlarda da hayat bulmuştur. Ancak Türklerin yazıya verdikleri önem kadar hiçbir toplum yazı ile bu kadar bütünleşememiştir. Yazının, yalnızca yazı olarak hayat bulduğu ülke Osmanlı ülkesi olmuştur. Yazının yine yazı levhası olarak duvarları süslediği ülkede yine Osmanlı ülkesidir. Yazıyı resim, minyatür v.b. dekoratif unsurlardan ayrı olarak düşünüp, onu yalnızca yazı olarak değerlendirmişler ve sanat haline getirmişlerdir. Birçok hat çeşidinin- dîvânî, celî dîvânî, rika siyâkat gibi- Osmanlıların buluşu olduğu gerçektir. Yalnızca mimaride değil, gündelik kullanımdaki eşyalarda da yazı yine sanat hüviyetiyle yer almaktadır. Yere serilen halı ve kilimden, kılıç kabzalarına ve kınlarına kadar, enfiye kutusundan makas üzerlerine, kumaşlara, mobilyalara, kap ve kacaklara kadar her yerde yazının yer aldığını görüyoruz. Tarihten gelen sözlü edebiyat zenginliği, adeta sonraları yazılı biçime dönüşmüştür. Müthiş bir yazılı kaynak merakı Türkleri sarmış ve Osmanlılarda zirveye ulaşmıştır. Devletin tarihini yazan tarihçiler, sultanın falanca gün yediği yemeğin mönüsünü kaydetmeye varan detaylara kadar devlet arşivini zenginleştirmişlerdir. Yazı, Güzel Sanatların bir kolu olmuş, bağımsız bir biçimde gelişmesini sürdürmüştür. Yazı ile uğraşan sanatçılar (hattatlar) da toplumda ve devlet kademelerinde o önemli bir meslek erbabı sayılmışlar ve başta sultanlar nezdinde olmak üzere toplumun her kesiminde saygınlık kazanmışlardır. (*) Osmanlılar döneminde devşirilen çocuklar dahil herkes güzel yazı konusunda eğitilmişler, belirli bir seviyeye kadar yetiştirilmişlerdir. Güzel Yazı yazmak, toplum içinde daima özenilecek bir vasıf olmuştur. İyi yazı yazan sanatçılar, toplumun her kesiminden çıkmış, güzel yazı yazmak belirli bir sınıfın imtiyazına bırakılmamıştır. Oysaki bu dönemde ve özellikle ortaçağ Avrupası’nda, Lâtin yazı sanatçılarının hemen tümü din adamlarından oluşuyordu. Papazlar ve din adamları, katedrallerde durmadan dînî metinleri

işlemişler ve yazının gelişimini sağlamışlardır. Ancak XV. yüzyılın ortalarından sonradır ki, Avrupa’da yazı din adamlarının ve dinin etkisinden çıkabilmiş ve sosyal hayata geçebilmiştir. Öyle ki bu yüzyılda matbaanın icadı ile birlikte yazı, Avrupa'da teknolojik bir buluşun ürünü olarak gelişimini sürdürmüş, yazı ile uğraşan aileler, yeni yazı tasarımlarını çocuklarına öğreterek ve matbaa mesleğini inhisarlarına alarak yeni bir sınıfın da oluşmasını sağlamışlardır. Bugün kullanılan birçok Lâtin yazısı fontunun bu ailelerin isimleriyle birlikte anılması bu gelişimin sonucudur. Bizde ise yazı bu tekelciliğin tam aksine, geniş toplum kademelerine yayılmış, yazı eğitimi herkese açık yapılmış, dahası, bu eğitimde hattatlar öğrencilerinden para almamayı bir gelenek haline getirerek, güzel yazının, toplumun ortak bir malı olduğu gerçeğini ortaya koymuşlardır.

Bize matbaanın uzun yıllar sonra gelmiş olması, itiraf edelim ki acı bir hadisedir. Bunun sebeplerinin araştırılması ayrı bir konudur ve bu konuda detaylı bir çalışma yapmak ihtiyacı ortadadır.

Kısaca özetleyecek olursak, Arap harflerini alan Türkler, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde, dünyada eşi görülmeyecek bir etkinlikle yazı gerçeğini vurgulamışlar, yazıyı benzeri plastik sanatlardan tamamen farklı bir platformda ele alıp geliştirmişlerdir. Lâtin yazısında en ileri giden Almanlar ve akabinde de İtalyan, İngiliz ve Fransızlar ile uzak doğuda da Japonlar aynı biçimde kendi yazılarını bağımsız bir yazı sanatı olarak ele alıp geliştirmişlerdir. Selçuklu ve Osmanlıların kullandıkları alfabe, Arap alfabesi, gerekse anatomisi gerekse imlâ kurallarıyla tam anlamıyla organik bir yazı olup, kompozisyon yapma imkânı veren bir yapıya sahiptir. Bu nedenledir ki, bizdeki yazı sanatı, dünyada benzeri olmayan bir sanat fenomeni olarak, sanat tarihinde yerini almıştır.

YAZI-RESİM İLİŞKİLERİ:

Yazı ile resmi birbirinden tamamen ayırmak yanlıştır. Bununla birlikte özdeşleştirmekte o derece yanlış olacaktır. İlk yazının, mağara resimlerinden oluştuğu gerçeği yazı-resim ilişkisini ortaya koymuştur. O dönemden başlayarak bu iki olgu birbirlerinden ayrılmışlar ve bağımsız olarak gelişmişlerdir. Ancak zaman zaman tüm plastik sanatlarda olduğu gibi yazı ile resim de birlikte kullanılmışlar ve yeni sanat kollarının oluşmasını sağlamışlardır. Günümüzde bu ilişkinin en belirleyici kolu Grafik Sanatlar olmuştur. Yazı, öncelikle direkt olarak iletişim görevini üstlenmiştir. Yazı, okumak için yazılır. Okunmayan yazı, yazı değildir, resimdir. Yazının resimden farkının iletişim olması onun resimle eşdeğer olmasını önler. Resmin dahil olduğu estetik kuralları taşır, ve bir kompozisyon anlayışıyla uygulanışa yazı sanat olma özelliğini de elde etmiş olur. Bu ise yazının farkını ortaya koyar. Tarih boyunca her kavmin yazısı olmuştur ve bu yazı sistemleri belirli bir estetik kural içerisinde uygulanmıştır. Türklerin en uzun süre kullandıkları yazı için, adeta klasikleşmiş bir yorum yapılır. İslâm dininde resmin yasak olması nedeniyle yazının gelişmesi ve resim yerine yazının kullanılması ifadesi. İslâm dininde resmin yasak olup olmaması veya hangi şartlarda dinin resme bakışının olumsuz olması konumuz dışıdır. Ancak yazının, resmin yerine geçmesi üzerinde biraz düşünmek gerekecektir. İslâm ulusları içerisinde yazı ile birlikte diğer sanatların da varlığını biliyoruz. Minyatür bu sanatlardan biridir. Üstelikte bu sanat İslâm öncesi de mevcuttur. Uygur minyatürlerinin ününü hatırlamak gerekir. Gerek Selçuklular ve gerekse Osmanlılar döneminde minyatür sanatı hiçte küçümsenmeyecek boyutlarda uygulanmış ve orijinal bir minyatür sanatının (resminin) oluşması sağlanmıştır. Minyatür sanatı; perspektifi ve gölge-ışığı klasik resim anlayışıyla kullanılmaz, ama kendine özgü kullanım biçimleri vardır. Her tülü hayvan ve insan figürü kullanırlar. Bitkiler de aynı şekilde kullanılarak ifade edilen fikir veya herhangi bir hikâye, klasik resim anlatım gücüne dek bir tarzda anlatılır. Dolayısı ile kullandığı bu figüratif elemanlarla minyatür sanatı, resme, hat (yazı) sanatından çok daha yakındır. Resmin yerini tutan bir başka sanat mevcut iken, Türk sanatçılar niçin yazı sanatını, resmin yerine kullansınlar? Buna ihtiyaç yoktur. Minyatür sanatçıları resim ihtiyacını fazlasıyla karşılamışlar ve otantik bir Türk Minyatür Sanatının doğmasını sağlamışlardır. Yazı, resimden de minyatürden de bağımsız olarak gelişimini sürdürmüş ve yalnızca o Yazı Sanatı olmuştur. Türk sanatçıları yazıyı yalnızca yazı olarak almışlar ve onu yüceltmişlerdir. Üstelikte iletişim görevini hiçbir şekilde aksatmadan yüceltmişlerdir. Batı yazı (Kaligrafi) sanatında örneklerini gördüğümüz biçimde dekoratif anlamda yazı, hemen hemen Türk azı sanatında yok gibidir. Oluşturulan bütün eserler mutlaka okunmuşlardır. Çok girift (komplike) yazı istiflerinde bile teşrifata (okuma sırası) çok önem verilmiş, yazının mutlaka okunması sağlanmıştır. Mimaride batı sanatçıları, özellikle dini yapılarda resmi bol bol kullanmışlar, İsa tasvirleri ve havarilerin, azizlerin hikâyelerini anlatan resimler yapıları süslemiştir. Türk mimarisinde, dînî yapılarda bu tür yaklaşımdan çok yazı kompozisyonlarını görürüz. Bu tamamen dini yorumlayış ve anlayış biçiminden kaynaklanmaktadır. İslâm dininde ibadethâneler, Allah ile kulun buluşma yerleridir. Arada bir vasıta ve aracı olmayan İslâm anlayışına göre, kulu Allah’ı düşünmekten alıkoyacak, onun konsantrasyonunu bozacak her şeyden kaçınılmıştır. Dolayısıyla ibadethâneler bu tür hikâyeleri anlatan resimlerden arındırılarak dekore edilmiş, yalnızca yazı, vitray ve çini süslemelerine yer verilmiştir. Tamamen soyut biçimlerden oluşan harflerin ise, insana dünyayı, resim kadar çağrıştırmayacağı da açıktır. İbadethânelerde resmin kullanılmayışının başka bir nedeni de İslâm dinin edeb anlayışında yani peygamber ve 1. derece sahabenin resimlerinin yapılmasının uygun kaçmayacağı görüşünden kaynaklanmaktadır. Her sanatçı, fantazisinde bu kişileri farklı hayal edip, farklı resmedeceği için ortaya birbirinden çok farklı insan tiplerinin çıkacağı, bunun da zihinleri karıştıracağı gerçeği, İslâm sanatçılarının başta peygamber olmak üzere dinin ileri gelenlerinin resimlerini yapmama geleneğine uymasını gerektirmiştir. Bazı dini hikâyelerin anlatıldığı minyatürlerde dahi, konu gereği olması gereken bu kişiler yüzleri peçe ile örtülü bir biçimde resmedilmişlerdir. Mimaride sadece dînî yapılarda yazı kullanılmamış, din dışı sivil yapılarda da yazı bol bol kullanılmıştır. Çeşmeler, hanlar, hamamlar, köprüler, medreseler, mezar taşları yazı kompozisyonlarıyla bezenmiş; adeta bir milletin yazıya verdiği anlam, yazı ustalarının eliyle somutlanmış bir biçimde, günümüze kadar ulaşmışlardır. Bizler bugün bu eserlere hayranlıkla bakıyoruz da, bu soyut şekiller manzumesi olan kompozisyonların gizemli sırlarına ulaşmaya çalışıyoruz.

Dipnotlar:

(*) Özellikle Osmanlılarda yazıya çok önem verilmiş, bizzat padişahlar yazı sanatçılarını korumuşlardır. Bir örnek olması açısından bu konuda bir hikâye kayda değerdir. Türk hat sanatında ekol sahibi olan hattatımız Hâfız Osman, hem Sultân III. Ahmet’e hem de II. Mustafa’ya yazı hocalığı yapmıştır. Birgün, yazı meşki sırasında Hâfız Osman’ın hokkasını tutan Sultân II. Mustafa Hâfız Osman’a hitaben; Artık Hâfız Osman gibi hattat bir daha yetişmez deyince Hâfız Osman’ın cevabı şu olmuştur. Sultânımız gibi hocasının hokkasını tutan Sultanlar geldikçe daha nice Hâfız Osmanlar yetişir Hünkârım.

Arap harflerini alan Türkler, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde, dünyada eşi görülmeyecek bir etkinlikle yazı gerçeğini vurgulamışlar, yazıyı benzeri plastik sanatlardan tamamen farklı bir platformda ele alıp geliştirmişlerdir. Lâtin yazısında en ileri giden Almanlar ve akabinde de İtalyan, İngiliz ve Fransızlar ile uzak doğuda da Japonlar aynı biçimde kendi yazılarını bağımsız bir yazı sanatı olarak ele alıp geliştirmişlerdir. Selçuklu ve Osmanlıların kullandıkları alfabe, Arap alfabesi, gerekse anatomisi gerekse imlâ kurallarıyla tam anlamıyla organik bir yazı olup, kompozisyon yapma imkânı veren bir yapıya sahiptir. Bu nedenledir ki, bizdeki yazı sanatı, dünyada benzeri olmayan bir sanat fenomeni olarak, sanat tarihinde yerini almıştır.
Yayınlandığı Kaynak :
Yayınlandığı Dergi :
Sanal Dergi :
Makale Linki :
Otel Tekstili antalya escort sakarya escort mersin escort gaziantep escort diyarbakir escort manisa escort bursa escort kayseri escort tekirdağ escort ankara escort adana escort ad?yaman escort afyon escort> ağrı escort ayd?n escort balıkesir escort çanakkale escort çorum escort denizli escort elaz?? escort erzurum escort eskişehir escort hatay escort istanbul escort izmir escort kocaeli escort konya escort kütahya escort malatya escort mardin escort muğla escort ordu escort samsun escort sivas escort tokat escort trabzon escort urfa escort van escort zonguldak escort batman escort şırnak escort osmaniye escort giresun escort ?sparta escort aksaray escort yozgat escort edirne escort düzce escort kastamonu escort uşak escort niğde escort rize escort amasya escort bolu escort alanya escort buca escort bornova escort izmit escort gebze escort fethiye escort bodrum escort manavgat escort alsancak escort kızılay escort eryaman escort sincan escort çorlu escort adana escort