Hit (3976) M-1321

Üsküdar Sehaveti

Yazar Adı : İlim Dalı : Şehirler
Konusu : Dili : Türkçe
Özelliği : Makale Türü : Müstakil
Ekleyen : Nurgül Çepni/2010-03-05 Güncelleyen : /0000-00-00

Üsküdar Sehâveti

Sehâvet bilindiği gibi kerem, cömertlik demektir. Çocukluğum ve gençliğimin Üsküdar’ında beşerî münâsebetlerin en bâriz ve en belirleyici özelliği neydi diye sorsalar, buna hiç düşünmeden vereceğim cevap sehâvet’tir. Bu özellik İhsâniye gibi Üsküdar’ın nispeten aristokratik sayılacak semtlerinin de, fıkarâ–i sâbirînin mesken tuttuğu Selâmsız ya da Çavuş Deresi gibi semtlerinin de, Üsküdar Çarşısı esnâfının da, Balaban bıçkınlarının da ortak hasleti idi. Çarşının Müslüman esnafı da gayr–ı müslim esnafı da sabahleyin biribirini gözetler, eğer kendisi siftah etmiş de komşusu daha henüz siftah etmemişse, ikinci gelen müşterisini: “Efendim; komşum henüz siftah etmedi. Ricâ etsem, ona gidebilir misiniz?” diye müşteriyi komşusuna yönlendirirdi.

Müşteriye kazık atmak şöyle dursun, esnaf, İslâmî tasarruf endişesiyle, müşterinin fuzûlî para harcamamasına bile dikkat ederdi. Kasaya girecek olan paranın daha fazla olması esnaf için asla bir câzibe teşkil etmezdi. Meselâ Düzgünman’ların aktar dükkânında, 50 kuruşluk çekilmiş karabiber almak isteyen müşteriye “bayatlayınca kokusunu kaybedeceği” hatırlatılarak “şimdilik 25 kuruşluk karabiber almanın daha isâbetli olacağı” ikaz edilirdi. Müşterinin hakkının geçmemesi için, malın ambalâjlandığı kâğıdın aynısı terâzinin ağırlık kefesine dara olarak konur ve daha da garantili olsun diye ayrıca, tartılan malın birkaç gram daha ağır çekmesine özen gösterilirdi. Aktar Hocalar’da her şeyin çok cüz’î bir kârla satılmasına rağmen, kul hakkına hürmet ve riâyet titizliğinin lûtfettiği bereket dolayısıyla bu dükkândan iki âile, yâni cem’an 9 kişi, kimseye muhtaç olmadan geçinirlerdi.

Dikkate değer bir başka husus da, müşterinin içinde bahârat veyâ kokulu başka bir yâhut da birden çok madde bulunan birkaç kalem nesne satın alması hâlinde, kokulu olanlarının, mutlaka, kokularını dışarıya vurmayacak ikinci bir kâğıtla ambalâjlanması ve bu türlü ambalâjlanmış kokulu maddelerin bir arada ayrı, diğerlerinin de bir arada ayrı ambalâjlandıktan sonra hepsinin beraberce paket edilmesiydi.

O devirde Üsküdar esnafının terâziyi hiç dengelememek gibi tuhaf bir âdeti vardı. İster manavda, ister bakkalda, isterse kasapta, isterse balıkçıda olsun ne tartılırsa tartılsın, tartılan tarafın kefesi dâimâ ağır basardı. Tartılan ister patlıcan, ister domates, ister pırasa, ister kıyma, ister uskumru, isterse bulgur olsun terâzi tam dengelenmişken tartılan tarafa bunlardan bir mikdar daha atılırdı. Hele o devrin kasapları asla, bugün yarım kilo kıymayı 50 gramlık mukavva ile birlikte tartan ve mukavvanın kilosunu da müşteriye et fiyatından sokuşturmaya kalkışanlar gibi değillerdi. Çıplak et, tartıldıktan sonra ambalâjlanırdı. Esnaf haramdan korkar, bunun için de “Betim, bereketimdir” diyerek müşteriye dâimâ bir nebze fazla mal tartardı. Kumaş, kurdele ya da don lâstiği ölçerken (gayr–ı müslimleri de dâhil) tuhâfiyeciler de dâimâ beş–on santim daha fazla keserlerdi. O devirde portakal, mandalina, hıyar, kavun, karpuz ve balkabağı kiloyla değil adet hesabıyla satılırdı. Portakal, mandalina ya da hıyar söz konusu olduğunda Atlas Sokağı No: 57’deki manavımız Hasan Efendi amca kesekâğıdına bunlardan muhakkak birkaç adet fazla koyar; bana bakarak: “Bu da Yüksel Bey’in cabası!” derdi.

Fırınların, manavların ve kasapların bile kendilerine mahsûs fıkarâsı vardı. Satılamamış da bayatlamış ekmekler, çürümeye henüz yüz tutmuş sebze ve meyve, etlerden arda kalan büyük kemikler gün sonunda bu fıkarâya tahsis edilirdi. Aşçı dükkânları bile ertesi güne bırakmak istemedikleri yemekleri akşam kapılarının önünden geçen fıkarâya verirlerdi.

Üsküdar’da bazı mahallelerde ‘Fıkarâ Taşı’ bulunurdu. Mahalle sâkinleri yatsı namazına camiye giderken taşın kovuğuna bir miktar para bırakırlardı. Yatsı namazından sonra camiden ihtiyacı olanlar en son çıkar ve taşın yanından geçerken taşın kovuğuna ellerini daldırarak bir miktar para alırlardı. Kimse paranın hepsini kaldırmayı düşünmezdi. Ertesi günün ekmek parasını almak onlara yeterdi, öyle ki ertesi sabah fıkarâ taşında hâlâ para kalmış olduğu dahi vâki idi.

Üsküdar ahâlisi sokağa çıkarken fakirlere vermek üzere cebinde dâimâ bozuk para bulundururdu. İsteyene sadaka mutlaka verilirdi. Fıkarâ, sarhoş bile olsa, asla tahkîr edilmezdi. Sarhoşa nasihatın tesir etmeyeceğini iyi bilen Üsküdarlılar yalnızca: “Allah ikrahlığını versin, umûrunu hayra tebdîl etsin, evlâdım!” diye dua eder; cevap olarak da: “Âmin efendim; Allah sizden razı olsun!” duasını alırlardı.

Üsküdar’ın resmî ve gayrı resmî hekimleri de birer sehâvet timsâliydiler. Attârlık yalnızca ıtır, bahârat, boya, şifâlı ot, kimyevî bazı maddeleri satmaktan ibâret değildir. Attârlık, aynı zamanda, insanların rahatsızlıklarını gidermeyi hedef alan bir nevi pratik hekimliktir de. Kuru öksürükten, kabızlıktan, ishâlden, idrar tutukluğundan, hâlsizlikten, çıbandan, kapanmayan yaradan, dolamadan, egzamadan, adale ağrısından ve daha bir sürü illetten muzdarib olanlar çâreyi Düzgünman’ların Attâr Dükkânı’nda ararlardı. Filvâki 1943 yılından itibâren Kazan Türklerinden Dr. Sıbgatullah Devletgeldi, Uncular Caddesi’nin girişinde sağdan ikinci binânın en üst katında salı günleri sabah 08.00’den akşam 20.00’ye (ve hattâ bâzı kereler gece yarısına) kadar fîsebîlillah ücretsiz hasta bakmaya başlamıştı; ama millet ufak tefek rahatsızlıkları için gene de Aktar Hocalar’a koşardı.

Aktar Sâim Efendi amca, bu dertlilerin her birine, derdine dermân olması umulan çârenin terkîbine giren otları ve bahâratı verirken bunların nasıl hazırlanacağını, ne miktarda hangi zamanlarda ve ne kadar bir süre boyunca kullanılması gerektiğini de ayrı ayrı anlatır ve hattâ hâfızası zayıf olanlar için, inci gibi bir rık’a yazısıyla da, târifini kâğıda dökerdi. Bu reçetelerden şifâ bulup da dükkâna kadar gelerek “Allah senden razı olsun, Sâim Hoca!” diye minnetini dile getiren nice insana şâhit olmuşumdur.

Kol ve bacak kırıkları için de yağ mumu, havacıva ve özel bir muşamba satılırdı. Bu yağ mumu 30 cm kadar uzunlukta, bir ucu dört parmak kadar kırmızı boyalı, gerisi koyu portakal renginde vıcık vıcık görünümlü bir mum şeklindeydi. Bunları daha çok kırık çıkıkçılar ya da onlara müracaat edecek olanlar satın alırdı. Muşambasıyla birlikte bunlar usûlüne göre hazırlanıp da kırığın etrafına sarıldı mıydı, bu tedbirin kolun ya da bacağın alçıya konmasına eşdeğer bir tedâvi değeri olurdu.

Dr. Sıbgatullah Bey’den önceki aile hekimimiz, 1942 yılındaki vefâtına kadar, Yahudi Dr. Amon Efendi idi. Her iki hekimin de vizitesi muâyenehânelerinde 50, eve gelirlerse 100 kuruştu. Dr. Amon Efendi de, Dr. Sıbgatullah Bey de hastanın teşhisini koyup reçetesini yazdılar mıydı hastalık geçinceye kadar sabah akşam hastaya viziteye gelir, derecesini ve tansiyonunu ölçer, göğsünü dinler ve gerekirse yeni ilâçlar yazarlardı.

Bu mesâileri için fazladan bir ücret almazlardı. Hepsi ilk vizitede aldıkları 100 kuruşa dâhil olan hizmetlerdi bunlar. Eğer hasta fakir biri ise her iki hekimin de asla ücret almadığı, üstelik bir de yazdıkları reçetenin bedeli olabilecek bir meblâğı da çaktırmadan hastanın yastığının altına bıraktıkları herkes tarafından bilinirdi.

Üsküdar’da bizim hiç aile hekimimiz olmamış olan Dr. Bedrosyan ile Dr. Keleşyan’ın da hasletlerinin bu iki hekiminkine benzediği söylenirdi. Bunlar, ettikleri Hipokrat yeminine uymayı bir vicdân ve nâmus meselesi sayan müstesnâ hekimlerdi.

Gençliğimde Üsküdar’ın pek sevgili, genç bir çocuk hekimi vardı. Nispeten genç sayılacak bir yaşta vefât eden merhûm Dr. Murat Sıtkı Özferendeci yalnızca hâzik bir hekim değil; fakat aynı zamanda Dr. Amon Efendi ile Dr. Sıbgatullah Bey’in tabiplik zihniyetinin aynısına sahip hamiyyetli bir zâttı da. Çantasında dâimâ tavuk taşıdığı ve fakir hasta çocuklara yazdığı reçetesinin bedelinden başka bir de tavuk bıraktığı için Tavuklu Doktor diye anılırdı.

Bütün bu mübârek hekimler geceleyin hastaya çağırıldıkları zaman, saat kaç olursa olsun, mutlaka hastanın ayağına giderlerdi. Hâli vakti yerinde olan Dr. Sıbgatullah Bey’in, bu gibi durumlarda derhal hizmet verebilmek üzere, özel at arabası ve arabacısı vardı. Bunlar onun Sultantepesi’ndeki (Rusya’dan hicret ederken getirmiş olduğu üç metre yüksekliğindeki çini sobalarla müzeyyen olduğu dillere destan) köşkünün müştemilâtında emre alesta beklerlerdi.

Allah hepsine de ganî ganî rahmet eylesin!

Yayınlandığı Kaynak : 2002-05-11
Yayınlandığı Dergi :
Sanal Dergi :
Makale Linki : http://www.ozemre.com/index.php?option=com_content&task=view&id=197&Itemid=57
Otel Tekstili antalya escort sakarya escort mersin escort gaziantep escort diyarbakir escort manisa escort bursa escort kayseri escort tekirdağ escort ankara escort adana escort ad?yaman escort afyon escort> ağrı escort ayd?n escort balıkesir escort çanakkale escort çorum escort denizli escort elaz?? escort erzurum escort eskişehir escort hatay escort istanbul escort izmir escort kocaeli escort konya escort kütahya escort malatya escort mardin escort muğla escort ordu escort samsun escort sivas escort tokat escort trabzon escort urfa escort van escort zonguldak escort batman escort şırnak escort osmaniye escort giresun escort ?sparta escort aksaray escort yozgat escort edirne escort düzce escort kastamonu escort uşak escort niğde escort rize escort amasya escort bolu escort alanya escort buca escort bornova escort izmit escort gebze escort fethiye escort bodrum escort manavgat escort alsancak escort kızılay escort eryaman escort sincan escort çorlu escort adana escort